17 Mayıs 2011 Salı

Yeni bir blog… yeni yazılar…

Blogspot krizinin aşılamadığını gördükten sonra bir süre önce blogumu başka yere yeni bir adresle taşımaya karar verdim…

Artık http://www.sarapatolyesi.net/ adresinde şarap ve yemek dünyası üzerine yazılarıma devam edeceğim…

For English please check out http://gastroworks.wordpress.com/

21 Mart 2011 Pazartesi

Neal Martin’in puanlarının ardından…

Yaklaşık 1,5 sene önce Kayra'nın o zamanki şarap direktörü ile görüştüğümde bana Robert Parker ve çalışma arkadaşlarına ulaşmanın pek imkan dahilinde olmadığından ve Türkiye'nin müslüman bir ülke olduğu için şarap açısından yurtdışında pek fazla şansı bulunmadığından bahsetmişti. Ben de kendisine bu görüşe katılmadığımı belirtmiş, organize ve planlı bir şekilde hareket ederseniz elbet belli bir oluşum ve girişim olabilir demiştim.
Şimdi görüyorum ki, yavaş yavaş o zamanlar bahsettiğim bu oluşum meyvelerini veriyor. Neal Martin'in "erobertparker.com"da Türk şaraplarını yorumlaması ve puanlaması bence her şekilde iyi bir gelişme ve yukarıda anlattıığım hikaye dolayısıyla benim için çok anlamlı bir olay. Ancak burada bana göre dikkat edilmesi gereken şey, Neal Martin'in ve daha nicelerinin bu tadımları ve notlandırmaları sadece Londra, Türkiye veya belli başlı diğer etkinliklerde mi yapacakları, yoksa bunun bir sürekliliğinin olacağı mı?
Bakınız bu tür oluşumlar kolay değildir, o bakımdan Robert Parker'ın sitesinde Türk şaraplarının puanlamasını geçtim, isimlerinin bile olması sitede bu notları okuyan birçok insanda "Türkler şarap mı yapıyormuş?" izlenimi bırakmıştır bundan eminim.
Zaten buradaki meselede birinci amaç bu... Bir farkındalık yaratmak... “Bu dünyada biz de varız” demek…
Gelelim diğer meseleye... Şimdi bana göre burada 2 husus önem kazanıyor...
Birincisi, elbette ki puanların gerçekten kaliteyi yansıtıp yansıtmadığı meselesi ki bu konuya genelde herkes parmak basıyor zaten... Yine de bir gerçeği lütfen gözardı etmeyelim, dünyada o kadar kalitesiz veya düşük kaliteli şarap ticareti yapılıyor ki, Neal Martin'in tadımını yaptığı şarapların çoğu bu şaraplar gibi ticaret hacmine dahil olabilir - ki bana göre olmalıdır da... Bahsedilen şaraplar belki bu puanları çok haketmiyordur, doğrudur, belki de "psikolojik" bir puanlama olmuştur bu Neal Martin için... Puanlamada Martin'in fiyat unsurunu da göz önünde bulundurduğunu tahmin ediyorum bu arada... Imperial'in diğerlerine göre daha düşük puan almasının sebebi bu da olabilir belki...
Ancak yine de, fazla kötümser olmamak lazım ve bana göre "tüm şaraplarımızla" yurtdışında temsil edilmemiz lazım... Burada önemli olan tek unsur pazarlamada ve kalitede sürekliliği tutturabilmek... Valla sizi bilmem ama o kadar şarap üreten ülke hem kalitelisi hem de kalitesizi ile yurtdışına şarap satabiliyorken, kendimizi doğru yönlendirip belli bir alçakgönüllülük çerçevesinde hep daha iyiyi yapmaya çalışarak ve fiyat-kalite dengesini koruyarak yurtdışına açılmamız gerekir diye düşünüyorum ben... Sürekliliği olan bir ihracatın ne gibi bir zararı olabilir ki?
Bu konuyla ilgili diğer önemli husus ise, Neal Martin'in Robert Parker'ın sitesinde hitap ettiği kesim... Şimdi, şarap üreticilerinin bir araya gelip bir platform kurması ve ünlü şarap uzmanlarına şarap tattırmalarıyla başlayan bu süreçten şu ana kadar ne gibi sonuçlar alındı bunu bilmiyorum - bilmiyoruz (bilen varsa bildirirse sevinirim)... Beklenen sonuç Fat Duck'ın Kayra'dan sürekli Imperial sipariş etmesi midir? Ya da Sevilen’in El Builli'ye (ki Ferran Adria dükkanı kapatıyor yakında) sürekli Sevilen 900 göndermesi midir? Nedir?... Hedefimiz Michelin yıldızlı restoranlar mıdır? Yoksa İngiltere’de, Amerika’da veya Kıta Avrupa’sında ve hatta Uzakdoğu’da herhangi bir market veya restoranda orta kalite bir Türk sofra şarabının bulunması mıdır? Ya da ikisi de mi?
Bunların hepsi ayrı ayrı planlamalar, üretim ve kalite süreçleri ile satış-pazarlama şekilleri gerektirir… Ancak bir şey değişmez, o da fiyat-kalite dengesinin her zaman dünya standartlarında olması gerekliliğidir… Neal Martin’den 84 puan almış bir şaraba aklı başında bir şarap tüketicisinin 60- 70 Euro ödeyeceğini pek sanmıyorum… Ama 89 – 90 puan almış bir şaraba 15 - 20 Euro ödenebilir belki, fakat bu noktada da herkesin konuştuğu husus olan “kalite” meselesi ortaya çıkabilir… Bu kaliteyi sadece Neal Martin’in puanları göstermez elbette, diğer tüm şarap uzmanlarının da aynı şaraplar için ne gibi tepkiler verdiklerine bakmak gerekecektir. Bu yüzden yazının başlarında yazdığımı burada tekrarlamak isterim, söz konusu şarap uzmanlarının Türk şaraplarını farklı yerlerde tatmaları ve değerlendirmeleri de gerekmektedir. Yoksa fuardan fuara ya da davetten davete uzanan tadımlar ve puanlar kendimizi kandırmaktan öteye geçmez… E bunun için de şarapların yurtdışında farklı yerlere satılması gerekir ki artık bu kadar aktiviteden sonra bazı filizlerin oluşmuş olması lazım diye düşünüyorum…

14 Mart 2011 Pazartesi

Neal Martin www.erobertparker.com ‘da Türk Şaraplarını Puanladı…

Nihayet uzun zamandır beklenen bir durum gerçekleşti ve dünyanın en ünlü şarap uzmanlarından Robert Parker'ın sitesi www.erobertparker.com 'da Türk Şarapları sitenin şarap uzmanlarından Neal Martin tarafından yorumlanıp puanlandı... Yapılan tadımların hepsinin Londra’daki Türk Şarap Seminerinde yapıldığını göz ardı etmemek gerek… Türk şaraplarıyla ilgili bu tarz tadımların ve puanlandırmaların uluslararası çapta daha sıklıkla ve değişik yerlerde yapılması dileğiyle… 

2009 Vinkara Narince, 88 puan
Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. This has an attractive cooking apple, quince tinged nose with moderated definition, a touch of orange zest and kumquat developing with time. The palate has a ripe phenolic entry, a whiplash of fresh ginger and lemongrass, a touch closed towards the finish but that spiciness lingers nicely. Very fine. Tasted May 2010.
2009 Idol Smyrna Chardonnay/Sauvignon Blanc, 88 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. Hailing from Ismir, (Smyrna is the ancient name for Ismir). Pale colour. Just a touch of wet wool and peach skin on the nose. Moderate definition. Tight on the palate, good weight, nice tautness, neutral in style with a waxy finish. Not bad at all. Tasted May 2010.
2009 Kavaklidere Cotes d’Avanos Narince/Chardonnay, 91 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. A blend of 70% Narince and 30% Chardonnay. This has a very refined, intriguing nose with fine definition, hints of peach skin, elderflower, jasmine and nectarine. The palate is very well-balanced on the entry, struck through with vibrant acidity, touches of orange zest, citrus lemon with a bright lively finish with just a little oak poking out on the finish. One of those wines that remind you that greatness can flourish anywhere. Tasted May 2010.
2008 Kavaklidere Pendore Bogazkere, 88 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. A rustic, mulberry and blackcurrant leaf nose that you kind of expect to be poured into a simple carafe. Yet enjoyable in its own way. A dark chocolate tinged entry, grippy tannins, good weight, Tannat-like with a dense finish with a hint of “grappa” on the aftertaste. Natural, rustic and again, utterly charming. Tasted May 2010.
2009
Likya Isinda Kalecik Karası, 85 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. Pale salmon colour. Quite a creamy nose that is showing quite a bit of oak. Sharp entry, nice cohesion here, quite rounded, hints of lemongrass interlacing the strawberry and red cherry, very polished and soft on the finish. Tasted May 2010.
2009
Kayra Terra Kalecik Karası, 86 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. A slightly deeper salmon hue that its peers. This has a more generous bouquet with rose petal, dried flowers, light strawberry and cherry. The palate has good weight, a tang of lemongrass on the entry, sharp acidity, fresh and the slightly reductive finish but fine length. Tasted May 2010.
2009
Vinkara Kalecik Karası, 89 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. This has a bright ruby colour. The nose has mulberry, sloe and black plum, perhaps just needing a little more delineation. But the palate has a crisp entry, vibrant acidity, a nice spicy tang inflecting the racy red-berried fruit with touches of pomegranate, cranberry and a hint of allspice. Good length with sandalwood on the finish. Excellent. Tasted May 2010.

2007 Doluca Kav Tugra Öküzgözü, 89 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. Deep, limpid dark ruby colour. Ripe and rounded on the nose: dark cherries, plum, a touch of seaweed and iodine. Moderate definition. The palate is medium to full-bodied with firm, grippy tannins, a lively spicy entry followed by crunchy, peppery red-berried fruit, slightly viscous towards the finish, blueberry jam on the aftertaste. Tasted May 2010.

2006 Kayra Imperial Öküzgözü, 84 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. This is a little too acetic for me, some nail varnish on the nose that rather spoils the overall effect. The palate has a fair bit of oak but underneath there is some decent fruit here, touches of dark chocolate, sandalwood and mocha inflecting the black fruit with a fine tannic finish. Just let down by the nose and the clumsy use of oak. Tasted May 2010.

2007 Sevilen Sevilen 900 Cabernet Sauvignon, 86 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. This has a rich, but well-defined nose with black cherries, pomegranate, a touch of sandalwood and a hint of mushroom. The palate is full-bodied with cloves on the entry, quite tannic, a little drying towards the finish with dark chocolate, a touch of black pepper and fennel. Abrupt finish. Fine, but it needs to soften a little. Tasted May 2010.

2007 Doluca Karma Merlot/Bogazkere, 88 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. Very deep colour. It has a broody, mulberry and Oriental spice on the nose. The palate is full bodied with muscular tannins from the Bogazkere (aka “throat scratcher”) leading to a dense, Cornas-like tannic finish. Rustic but charming. Tasted May 2010.

2007 Likya Kızılbel Cabernet Sauvignon/Bogazkere, 87 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. This has a rich mocha and dark chocolate scented nose that somehow reminds me of a mature Brunello from Biondi Santi! The palate has a spicy entry, firm tannins, quite savoury and gamey, touches of chocolate and black pepper towards the finish. Tasted May 2010.

2007 Consensus Shiraz/Merlot/Cabernet Sauvignon, 86 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. This has a very fine nose, good delineation with red-berried fruit, wild strawberry, raspberry and judicious use of vanillary oak. Soft entry, good weight, thick chewy tannins although there is a touch of dryness on the liquorice-tinged finish. Tasted May 2010.

2007 Sevilen Centum, 89 puan

Tasted at the Turkish Wine Seminar in London. This has a lifted, slightly obvious nose with dark broody black fruit, a touch of pastille and black cherry. The palate has a fine liquorice-flavoured entry with a Cote-Rotie like personality. Nicely balance, grippy finish with nice use of new oak. Very fine. Tasted May 2010.

13 Mart 2011 Pazar

Vejeteryan Hint Mutfağı…

Umman’dan ayrılmama 48 saat kadar bir süre kaldı ve aslında buradan ayrılmaya ilk kez bu kadar üzülüyorum, zira Türkiye’ye dönünce blogumu kullanamaz hale geleceğim… Ne garip bir durum!...
Neyse efendim, geçen gün sizlere söz verdiğim gibi, hazır buralara tekrardan gelmişken Hint mutfağında biraz daha gezineyim dedim ve kendimi şu an bulunduğum şehir olan Salalah’nın güzel ve otantik bir “Vejeteryan Hint” restoranına attım…
Salalah’nın iyi restoranlarından olan “Udupi” sadece “vejeteryan” bir menüye sahip ve tamamen Kuzey ve Güney Hint mutfağından örnekler sunuyor.
Hint mutfağındaki “vejeteryan” anlayış aslında Uzakdoğu veya Avrupa mutfağından biraz daha farklı. Zira insanlar genelde “vejeteryan” yemek dendiğinde, önlerine buharda pişmiş veya kaynatılmış sebzeler konulacak zannediyor, hâlbuki Hint mutfağında durum böyle değil.
Hint mutfağının sevdiğim yanlarından biri, aynı malzemeden onlarca çeşit baharat ve sosla değişik yemekler türetilebilmesi. Bu bakımdan Hint vejeteryan yemekleri ciddi şekilde bir çeşitliliğe sahip ve bilinen Hint yemeklerinin başka bir boyutunu oluşturuyor.
Udupi’de yemeye Güney Hint mutfağının hamur işi tarzı yemeklerinden “Parota Kurma” ve “Vegeterian Uttapam” ile başlıyoruz.
“Parota Kurma” aslında “naan” denilen klasik yassı Hint ekmeğinin yanında soğanlı, yeşil biberli, patatesli ve körili bir sosla sunulmasından oluşuyor. Ekmeğin arasına bu sosu koyarak yiyorsunuz. Taze “naan” ekmeğiyle gerçekten güzel oluyor.
“Parota Kurma”yı normal bir yemek olarak da yiyebilirsiniz aslında, zira içinde zaten patates, yeşil biber ve soğan gibi yeteri kadar bir yemek oluşturabilecek oranda sebze var. Ancak bu yemeğin bir sos kıvamında köri ile bütünleşmesi ve ekmek arasında yenilmesi ilginç bir deneyim.
Bir diğer hamur işi tarzı yemeğimiz “Vegeterian Uttapam” oluyor. Aslında “Uttapam” bir nevi “pancake” kıvamında; ancak taban malzemesini “pirinç” ve “mercimek” oluşturuyor. Yani aslında hamur kıvamındaki malzeme un yerine pirinçten ve mercimekten yapılıyor. Buna benzer “dosa” denilen bir başka yemek türü daha var Hindistan’da, aklınızda bulunsun.
Efendim “Uttapam” için pirinç ve mercimek bol suda birkaç saat bekletiliyor ve ardından yumuşayıp pestil kıvamına geliyor. Ardından blenderdan çekilip tuzu ve baharatı ekleniyor ve bir gün kadar dinlenmeye alınıyor. Lahmacun hamuru gibi açıldıktan sonra üzerine havuç, lahana, yerfıstığı, biraz soğan, biraz sarımsak, kurutulmuş acı kırmızı biber, masala baharatı da ekleniyor ve bu şekilde her iki tarafı pişirildikten sonra servis ediliyor. Bu yemeğin yanında gelen soslar ise bir başka boyutta. Acı yeşil biberli ve acı kırmızı biberli iki tip coconut chutney ayrı kaplarda gelirken, ayrıca yemeğe farklı bir tat katmak için “Sambar” adında uzun fasulyeli, tamarind, köri ve mercimekli çok ilginç bir tür sebze güveci de “sos” olarak servis ediliyor.
“Sambar” normalde yine Güney Hindistan mutfağının başlıca “vejeteryan” yemeklerinden biri olmasına rağmen bu kez başka bir yemeğe sos olarak eşlik ediyor… “Coconut chutney” klasik Güney Hindistan mutfağını yansıtıyor. Kıvamı yoğun ve acısı “derin” izler bırakıyor…
Bana Hindistan’da “vejeteryan” yemek istersek ne yiyebiliriz diye sorsanız, size ilk söyleyeceğim yemek tartışmasız olarak “paneer” olur.
Aslında, “paneer” denilen yemekten öte bir “peynir”… Erimeyen cins bir peynir... Sütün limon, sirke, yoğurt gibi asitler yardımıyla kesilmesi sonucu yapılan bir peynir türü.
Gelgelelim, bu peynirin yani “paneer”in belki yüzlerce çeşit yapılış tarzı var Hint mutfağında ve vejeteryan menülerin başlıca aktörlerinden birisi durumunda.
Benim burada yediğim “paneer” iki değişik şekilde pişirilmişti.
İlki “Paneer 65” adında enteresan bir ismi olan toz kırmızı bibere bulanarak kızartılmış bir yemekti. Üzerinde bol soğanla beraber servis edilmişti. Önce sade olarak denediğim bu yemeği biraz yavan buldum ancak soğanla denediğimde enteresan bir şekilde güzel bir uyum sağladığını gördüm.
Diğer yemek olan “Paneer Hara Masala” ise Kuzey Hindistan mutfağından bir örnekti. Hint mutfağında Kuzey – Güney ayrımındaki en belirgin özellik sanırım “Hindistan cevizi sütü” kullanımının Güney’de daha yaygın oluşu. Zira sözünü ettiğim “Paneer Hara Masala” Hindistan cevizi sütü kullanılmayan bir masalaydı. Bu yemekte “Paneer” köri ve masala ağırlıklı baharatlara bulanıp yanında domates ve soğanla beraber sotelenmişti. Servis edilirken üzerine taze kişniş konulup öyle servis edilmişti. Açıkçası yukarda bahsettiğim “Paneer 65”e göre biraz daha karakterli ve olgun bir yemek diyebilirim.
Tüm bu yemeklerin yanında da Hintlilerin ünlü ekmeği “Naan” sipariş ettik. Bu ekmek yassı yuvarlak bir pide şeklinde ve sade, tereyağlı, peynirli, sarmısaklı, acı kırmızı biberli gibi çeşitleri var. Biz sarımsaklı olanı tercih ettik. Sarmısaklar yarım olarak kesilerek ekmeğin üzerine yerleştirilmiş. Ekmeği bu şekilde yiyince “ekmek arası sarmısak” yemiş gibi oluyorsunuz, ilginç bir deneyim…
Yemeğin sonunda ortaya karışık bir tatlı tabağı istedim. Daha önce Kalküta’da yediğim süt bazlı Bengal usulü tatlıları çok beğenmiştim açıkçası. Burada da değişik tatlılar görünce birkaç tanesinin tadına bakmak istedik.
Fotoğrafta görmüş olduğunuz şekilde, yediğimiz beş çeşit tatlıdan sol üstte olanın adı “Doodhbeda” denilen sütlü bir tatlı (bazı yerlerde Paala Kova olarak da geçiyormuş) . Kimi Hintliler üzerindeki alüminyum rengi sütün yağından elde ederken, kimileri bizzat tatlıyı yaptıktan sonra üzerini alüminyum folyo ile kaplayıp ardından folyonun tatlıya bir nevi yapışıp ince bir tabaka oluşturmasını sağlıyorlar. Garip bir şekilde aslında biraz da olsa “alüminyum” yiyorsunuz (!)…
Sağ üstteki tatlı “Mysorepak” denilen aslında daha çok Güneybatıdaki “Karnataka” eyaletinin geleneksel tatlılarından biri. İlginç bir şekilde mercimek unundan yapılan bir tatlı bu. Hafif sert bir yapısı var.
Sol alttaki tatlı “Sankri” yediğimiz tüm tatlılar arasında en “tatlı” olanı aslında. İçi şerbet dolu ince çubuk şeklinde hafiften de olsa bizim tatlıları biraz andıran (şerbetinden olsa gerek) bir tarz…
Alt ortadaki tatlı “Soan papdi” Hintlilerin meşhur “Diwali” festivalinde yaptıkları bir tatlı. Açıkçası yediğimiz tüm tatlılar arasında en çok bunu beğendim, un ve süt bazlı bir tatlı ve aşırı tatlı da değil. Hafif kurabiyemsi bir kıvamda ama çok sert değil.
Son olarak sol altta görülen tatlı olan “Hint helvası”nı da anlatayım ve yazıya burada son vereyim…  Klasik helvalara göre çok yoğun kıvamda içinde “kaju”, “yer fıstığı”, “badem” tarzı kuruyemişlerin olduğu ilginç bir helva aslında… Artık bu helva işinden anladığım, özellikle Ortadoğu ve Güney Asya’daki her kültürün kendine göre “helva”ları var ve gerçekten hepsi birbirinden farklı.
Helva aslında başlı başlına bir tez konusu hatta kitap olabilir aslında…

11 Mart 2011 Cuma

Güney Hindistan yemekleri...

Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkelerinde bulunmanın ilginç taraflarından biri de Hint kültürüyle bir arada bulunmak. Zira gidenler bilir, buralarda gerçekten hatırı sayılır bir Hintli nüfus var.
Güney Hindistan mutfağı Hint mutfak kültürü içerisinde en “acılı” mutfaklardan biri. Daha önce Hindistan’ın güneydoğusunda yer alan Chennai (Madras) şehrinde tattığım bu mutfağın lezzetli yemeklerinden bazılarını geçenlerde Salalah-Umman’daki ufak tefek salaş (!) bir Hint büfesinde yedim.
Aslında Hindistan çok büyük bir ülke ve onlarca çeşit farklı kültüre sahip. Güney Hindistan dediğimiz zaman ülkenin güneybatı yakasında Kerala eyaleti, güneydoğu yakasında ise Tamil Nadu eyaleti yer alıyor.
2 yıl kadar önce gittiğim Chennai yani “Madras” Tamil Nadu’nun eyaletinin başkenti ve güneybatı mutfağına ve “bana” göre inanılmaz “acılı” yemeklerin yapıldığı bir yer.
Velhasıl, güneybatıdaki Kerala’ya bağlı yerlerde de Chennai’yi aratmayacak “acılıkta” yemekler yapılıyor.
Yediğim yemeklerin bazılarını doğal olarak klasik Hint baharatları (köri, masala, hardal tohumu vs) oluşturuyor. Acı yeşilbiber gerçekten “acıtan” bir cinste ve baharatların “kısmi” acılığını daha da belirginleştiriyor.
Sırayla yemeklere gelecek olursak, önümüze konan 4 kap yemekten en temeli doğal olarak tüm Asya mutfağında bulunan “pilav”. Hintliler genelde yasemin pirincinden yapılan sade pilavı tercih ediyorlar. Pilavı diğer yemeklerle veya “zehir” gibi acı yeşil/kırmızıbiber sosuyla karıştırarak yiyorlar.
Benim gittiğim tarz salaş restoranlarda bulunmak isterseniz, hatırlatmakta fayda var, yemekler “elle” yeniyor. Fakat bizim gibiler için sağolsunlar kaşık bulunduruyorlar.
Yediğimiz bir diğer yemek olan “Egg Burgi” benim çok sevdiğim “taze kişniş”le baharat aromaları bir öte boyuta geçmiş bir yemek.
Yemeğin temelini hafif orta boy doğranmış soğanların tavada sotelenmesinin ardından üzerine bol kırılmış yumurta oluşturuyor. Ayrıca yemeğin içine doğranmış acı yeşilbiber, küp küp doğranmış domates de konuluyor. Çok hoşuma giden bu yumurta yemeğinin temel baharatlarını “garam masala”, toz kırmızı acı biber, turmeric ve hafif rendelenmiş taze zencefil oluşturuyor.
Üzerine yukarıda yazdığım gibi “taze kişniş” konuşarak servis yapılıyor.
Hintliler de tıpkı bizim gibi “kıymalı bezelye” yapıyorlar (gren peas). Ancak, kendi kültürlerinin bir gereksinimi olarak kullanılan baharatlar ciddi boyutlarda ve özellikle yediğimiz bu bezelyede yoğun kimyon ve köri baharatları kullanılmış. Bezelye diğer yemeklere göre daha “hafif acı” kıvamda, o bakımdan sanki bizim güneydoğu mutfağına benzer nitelikte. Benim bu yemek için hoşuma giden şey bezelyelerin çok aşırı pişirilmemesi ve dişe gelen cinsten tıpkı İtalyan makarnaları gibi “al dente” kıvamında pişirilmesi.
Hintliler ağırlıkla sebze tükettikleri için vejeteryan usül yemek yapmasını (tabi kendi tarzlarında) iyi biliyorlar. Yediğimiz bir diğer yemek olan “Cabbage (Lahana) Porial”, bildiğimiz “lahana kapuskanın” bir başka versiyonu aslında.
Lahananın yanında bol soğan ile tavada sote edilmesinden oluşan bu yemeğin temel baharatını hardal tohumu, turmeric ve acı yeşilbiber oluşturuyor.
Bu yemeğin üzerinde fotoğrafta gördüğünüz klasik Hint hamur işi kıtır ekmeklerinden “papadam” koymuşlar.
Güney Hindistan mutfağının vazgeçilmezlerinden olan “Papadam” bol kızgın yağda kızartılan tuzlu ince hamurdan yapılıyor. Bir nevi “cips” aslında. Hamuru oluştururken içine hafif acı biber, kimyon, sarımsak ve karabiber de atıyorlar ki daha aromatik ve “Hint” usulü olsun.
Bugünlerde bol Hint yemeği tadıyorum… Fırsat buldukça bunları paylaşmaya çalışacağım…

9 Mart 2011 Çarşamba

Tadım notları: Melen Cabernet Sauvignon Roze - 2009

Geçtiğimiz yıl Türkiye'ye gelen "Master of Wine"lar tarafından 86 puanla en iyi roze seçilen Melen MLN "Cabernet Sauvignon Roze" 2009 rekoltesi, çok hafif kızıla çalan pembe tonlara sahip renkte.

Burunda buram buram frenküzümü en başta hissedilirken, arkadan vişne aromaları hem burunda hem de damakta belirgin. Damakta ilginç bir şekilde vişne tonları çok baskın, sanki vişne yiyormuş gibi oluyorsunuz.

Canlı ve dengeli bir asiditesi olan, rahat içimli, hoş vişne aromalarının ağırlıkta olduğu ilginç bir şarap...

8 Mart 2011 Salı

tekrardan merhaba :)... Rouge - Bira Tadımı

Şu internette yasak olayları enteresan bir şey... Yurtdışına çıkınca yasak kalkıyor, memlekete dönünce gene yasak başlıyor... garip bir durum...

Neyse, son günlerde ufak tefek olayların yaşandığı Umman'dayım (her zamanki gibi :)... ama bakınız burada bloglar kapatılmamış en azından...

Hazır 1 hafta kadar buralarda kalırken, elimde kalan birkaç yazıyı buradan yazayım diyorum...

Vedat Milor tarafından geçenlerde yapılan bira panelinde adını duyduğum Bavyera’nın “has” biraları “Schneider Weisse” ve “Schneider Aventinus” ile geçen hafta Talimhane “Rouge”daki tadımda tanıştık.
“North Schields” publarının sahibi Teoman Hünal Bey’in getirdiği bu biralar gerçek birer “kral” hüviyetinde.
Ben genelde “North Schields”teki bira krallığının diğer üyesi isli bira “Aecht Schlenkerla Rauchbier” hayranı olsam da, Bavyera’ya özgü “Schneider Weisse” ve “Schneider Aventus” bambaşka tatlar sunuyor.
Bu biralar buğday birası olmakla beraber bulanık görünümleri, yoğun ve kalıcı köpükleri ve daha aromatik özellikleriyle ünlü. “Schneider Weisse” 5.4 oranında alkole sahipken, “Schneider Aventinus” 8.2 oranındaki alkolle daha yoğun ve sert bir kıvama sahip.
Bana göre “Schneider Weisse” daha aromatik bir yapıda, ancak “Aventinus” bu yoğun haliyle iyi bir yemek eşlikçisi olabilir, bunu ayrıca test edeceğim.
“North Schields”teki biraladan yukarda bahsettiğim “Aecht Schlenkerla Rauchbier” ise inanılmaz bir bira aslında. Müthiş bir is aroması tüm birayı kaplamış, bunun da sebebi, öğrendiğim kadarıyla arpa maltının kayın ağacı odunu kömürü ile islenmesinden geliyor. İs tadının getirdiği yoğun karamelsi aroma ve kıvam tartışmasız olarak mangal yemekleriyle uyumlu gidiyor.
Rouge’daki tadımda ayrıca ünlü Amerikan biraları “Brooklyn Lager” ve “Brooklyn Brown Ale” daha çok Türklerin aşina olduğu tarza yakın. Bu biralar bana hafif “prosecco” havası verdi. İlginç olan şey bu biralardan çok hoş “deride bekletilmiş tulum peyniri” aromaları aldım, farklı bir anlam kazandı biralar benim için.
Yukarda bahsettiğim biraları süpermarketlerimizde bulmak sanırım “şimdilik” biraz hayal, ancak “North Schields” publarında veya “Rouge”un mağazası gibi belli başlı içki mağazalarında bulabilirsiniz.

25 Şubat 2011 Cuma

İlginç bir şarap icadı! Screwpull 3 in 1…

Geçtiğimiz günlerde kız kardeşim sağ olsun bana Londra’dan şarapla çok ilginç bir “icat” getirdi: “Screwpull 3 in 1”. Bununla ilgili ön bilgiyi bir önceki yazımda vermiştim.
Alet kısaca bir nevi üçü bir arada işlevi görüyor. Yani hem havalandırma yapıyor, hem damlalık hem de kapak görevi görüyor.
Normalde son dönemlerde çıkan havalandırma aletleri ufak bir mikser olmasına rağmen, bu aletin içindeki tüpte yer alan karşılıklı ve düzenli şekilde yerleştirilmiş delikler sayesinde çift havalandırma sistemi oluşuyor. Açıkçası, ben önceki yazımda anlattığım “Laeltanza Crianza 2004”ü hem normal şekilde hem de bu aletle beraber iki ayrı kadehte içtim.
Aradaki fark anlatılmaz yaşanır boyutta… Havalandırıcıyı kullandığımda özellikle meşeden gelen ardıç, deri, tütün, is gibi aromalar ile baharat aromalarının çok daha yoğunlaştıran bir etkiye sahip olduğunu gördüm. Buradaki mesele şarabı karafa aktarmadan daha hızlı şekilde havalanmasını sağlamak ve böylelikle aroma yoğunluğunu artırmak ve tanenleri dizginlemek bir nevi.
Şarap şişesinin üzerine rahat bir şekilde oturduğu için servis yaparken kullandığımız damlalık görevine de sahip olan bu aletin bir diğer görevi de “kapak” işlevi görmesi. Aletin 90 derece dönebilen başlığı, iç taraftaki ağzını kapatarak, şarabın belli bir süreye kadar (bence bu süre bir günü aşmamalı) kapağı kapalı olarak buzdolabında saklanmasını sağlıyor.
Önümüzdeki günlerde “boğazkere” gibi yüksek tanenli şaraplarda denemeyi de düşünüyorum, bakalım nasıl bir sonuç çıkacak.

Tadım notları: Lealtanza Crianza 2004 – Rioja


Sevgili Ayhan Güleyen, İlker Özdemir, Umay Çeviker ve Arif Öncü’den oluşan, İzmir’deki “Şarap Tutkunları”nın Türkiye’de fiyat-kalite dengesi açısından en iyi buldukları şaraplardan İspanyol Rioja şarabı “Lealtanza Crianza” 2004 rekoltesini Metro marketten geçenlerde 20 liraya aldım ve geçen akşam nihayet açıp içtim.
Bu şarabı içerken elime yeni ulaşan bir icadı denedim: “screwpull 3 in 1” yani üçü bir arada hem şarap havalandırıcısı (wine aerator), hem damlalık hem de şarap tıpası yerine geçen bir alet bu. Bu aleti daha sonra ayrı bir yazıda ele alacağım şimdi konumuz “Lealtanza Crianza 2004 Rioja”da.
Efendim, koyu bir yakut rengine sahip bu Rioja şarabı 12 ay kadar Fransız ve Amerikan meşe fıçıda bekletilmiş. Burunda önden böğürtlen ve siyah kiraz arkadan deri, ardıç, is, nane ve baharat aromaları müthiş bir kompleks yapı oluşturuyor.
Damakta ise topraksı, mineralimsi bir yapı meyvemsi aromalarla bütünleşmiş. Orta gövdeli olan şarabın tanenleri hafif ve asiditesi dengeli olunca ortaya inanılmaz rahat içimli bir şarap çıkmış. Bana göre şarap şu an tam içilebilecek düzeyinde. Zaten 2004 rekoltesi olduğunu düşünürsek daha fazla bekletmeye gerek duymadan, artık bu şarabın keyfine varmak gerek. Aynı üreticinin diğer rekoltelerini de ciddi şekilde merak ediyorum açıkçası, umarım onları da ilerde market raflarında görürüz.
Sevgili “Şarap Tutkunları”na yüzde yüz katılıyor ve 20 liralık fiyatı ve kalitesiyle marketten alabileceğiniz en iyi şaraplardan biri olarak gerek üreticiye gerekse ithalatçıya şükranlarımı sunuyorum.

24 Şubat 2011 Perşembe

Kayra Yemek-Şarap Eşleştirme Atölyesi (Devam)…

22 Şubat Salı akşamı Kayra Wine Center’da Şarap-Yemek eşleştirme atölyesindeydim. Etkinlik, Kayra Akademi’den Cüneyt Bey ve Ayça Hanım’ın keyifli sohbetleri, Mimolett Restoran’ın enfes yemekleri ve Kayra’nın Amerikalı şarap uzmanı Daniel O‘Donnel’ın seçtiği Kayra Şaraplarıyla bütünleşti.
Etkinlikte 5 çeşit yemek 5 farklı şarapla bütünleştirilmiş. Yemeklerin genel olarak şaraplarla uyumu üzerinde durularak hangi yemekle hangi şarabın daha uygun olabileceği hakkında ilginç konular konuşuldu.
Şimdi teker teker etkinlikte sunulan yemeklerin ve şarapların analizini yapalım:
-          Somon Konfit, Karamelize Mevsim Sebzeleri ile – Vintage Chardonnay 2009
Yemekten önce kısa bir şarap tadımı yapıyoruz. Kayra’nın Kaliforniya stili şarabı Vintage Chardonnay 2009 rekoltesi Sur Lie (tortusu üzerinde) yöntemiyle yapılan bir şarap. Dışa doğru yeşil altın tonlara sahip bir saman sarısı renginde. Burun meşenin yoğun kullanıldığını hissettiren bir aroma yoğunluğuna sahip. Buram buram vanilya ve tereyağı aromalarını arkadan sarı elma ve çok hafif narenciye takip ediyor.
Damakta tam gövdeli, yoğun, kremamsı bir kıvama sahip. Burundaki yoğun vanilya ve tereyağımsı aromalar damakta biraz daha dengeli en azından burundaki kadar baskın değil. Asidite orta seviyede ve şarabın uzun bir bitimi var.
Şarabın etiketinde tam olarak üzümün geldiği yer belli olmadığından, Cüneyt Bey bize bu şarapta kullanılan üzümlerin Tekirdağ’daki farklı Chardonnay bağlarından geldiğini anlattı.
İlk gelen yemeğimiz “Somon konfit” altında karamelize mevsim sebzeleri ve yanında “tereyağı, yumurta sarısı, elma sirkesi ve limon kabuğu” ile hazırlanmış bir sos ile geldi. Somon yoğun ve dengeli bir kıvamda pişirilmiş, kenarları veya üstü kuru değil. Gerek tereyağlı sosla gerekse de karamelize mevsim sebzeleri ile iyi bir bütünlük yakalamış.
Vintage Chardonnay’in tereyağımsı ve kremamsı dokusu buradaki karamelize sebzeler ve tereyağlı sosla bütünleşen somonla iyi bir birliktelik sağlamış. Genel olarak açıkçası ben yemeği şaraba göre daha başarılı buldum, bu da sanırım Chardonnay’de bu tarz yoğun meşe aromalarını pek tercih etmediğinden olmalı.
-          Uykuluk Sote, El yapımı Limon Reçeli ve Kekik Salatası ile Kayra Terra Kalecik Karası Roze 2009
Bu yemekte içtiğimiz şarabımız Terra Kalecik Karası Roze 2009 burunda frambuaz, çilek, ayva reçeli ve kırmızı meyve aromalarına sahip. Damak çilek ve frambuaz aromalarının hakim olduğu bir yapıda. Yüksek asitli ve ortanın üstünde bir bitişe sahip. Denizli’de üretilen Kalecik Karası üzümlerinden yapılmış bu şarap bence çok başarılı bir roze.
Uykuluk sotede “dana uykuluk” kullanılmış. Kızgın tavada çift taraflı pişirilip uykuluğa dana et sosu konuluyor. Hafif köri, tuz ve karabiber ile tatlandırılıyor. Limon reçeli buradaki asiditeyi sağlayan başlıca unsur ve bence yemeğin çok keyifli olmasına büyük katkı sağlamış.
Yemekteki başlıkta “kekik salatası” diye yazan aslında bir nebze Lübnan mutfağının değişmezi olan “Tabuleh” salatasının değişik bir versiyonu. Tabuleh’deki başlıca malzeme olan bulgur burada kekik ile bütünleşmiş. Yalnız dikkatimi çeken burada kullanılan kekik bildiğimiz keskin aromaların tam tersine daha “taze” diyebileceğimiz bir aromaya sahipti. Bu da yemeğin dengesini ve bütünlüğünü korumuş.
Tabakta yer alan sos ise “Port sosu” yani Porto şarabının çektirilmesi ile yapılan bir sos, özellikle uykuluk ve tabuleh ile iyi bir bütünlük sağlamış.
Günün tartışmasız yemek-şarap eşleşmesi açısından en uyumlu ikililerden biriydi diyebilirim Uykuluk ve Kalecik Karası roze için. Ancak burada elbette, uykuluğun yanındaki diğer unsurların yani limon reçelinin, tabuleh ve port sosunun da kalecik karasındaki asidite ve gövde yapısıyla bütünleşmesini göz ardı etmemek gerek.
-          Deniz Levrek, Sote, Deniz Mahsullü Kaneloni ve Karides Sosu ile Vintage Boğazkere 2008
Kayra’nın şarap yapım uzmanı Daniel O’Donnel’ın önerisi olan günün en ilginç eşleştirmesi hiç şüphesiz, karides sosu üzerinde deniz mahsullü kaneloni ile deniz levreği yanında aromatik ve sert tanenli bir Boğazkere ile beraberliği oldu.
Önce yine şaraptan başlarsak, koyu mor tonlar içeren koyu yakut rengindeki şarapta ön burunda meşenin yoğun hissedildiği kahvemsi, çikolatamsı aromalara arkadan dağ çileği, mürdüm eriği, hafif vişne aromaları eşlik ediyor.
Denizli’deki Boğazkere bağlarında üretilen üzümlerden yapılan şarap, damakta beklendiği gibi tanen yapısı yönünden baskın, gövdeli ancak asiditesi düşük bir şarap. Böyle bir şarabı deniz mahsulleriyle eşleştirmek biraz çılgınca gelebilir ancak elbette denemek lazım diyoruz…
Efendim bu yemek bana göre günün en başarılı yemeklerinden biriydi. Müthiş yoğun ve sürprizlerle dolu bir yemekti. Deniz levreği önce kızgın tavada pişirilip ardından 3 dakika kadar fırına veriliyor içinin nemli dışının “crispy” kalması için. Bu anlamda pişirme tekniği açısından başarılı olmuş.
Deniz levreğine eşlik eden kaneloni ise benim favori İtalyan hamur işi türlerinden. İçine patates, tarhun, kekik, karides ve limon konulmuş, püre halinde kaneloni’lerin içine dolduruluyor.
Tabağın temel sosu olan karides sos içinse patates, limon suyu, elma sirkesi ve karides püresi kullanılmış. Yoğun çorbamsı kıvamda bir sos bu ve bence zaten “Boğazkere” ile yemeğin en azından “el ele” tutuşmasını sağlayan unsuru oluşturuyor.
Tabakta ayrıca sosun içerisinde körili ufak bir deniz tarağı da var ve yemeğin bütünlüğüne katkı yapan ufak bir sürpriz…
Şimdi bu yemek ve şarap üstüne biraz daha konuşmak lazım gerçekten. Aslında böylesine yoğun ve gövdeli bir yemek için aklımıza gelmeyecek bir şarap Boğazkere. İlk düşündüğümüz en başta içtiğimiz “Vintage Chardonnay acaba nasıl gider?” sorusuna yanıt aramak oldu. Yoğun tereyağımsı ve kremamsı kıvamdaki Vintage Chardonnay bu yemekle uyumlu gitti bir nebze de olsa. Belki, Vintage Boğazkere birkaç sene daha bekletilip tanenler biraz daha dizginlendikten sonra bu yemekle denense fena gitmeyebilir gibi. Ama ben yine de, gövdeli, yoğun ve fazla soğutulmamış bir beyaz şarap içmeyi (belki iyi bir Bourgogne beyazı) daha uygun buluyorum bu yemekle.
-          Kuzu Pirzola, Sote, Patlıcan ve Domates Salatası, Mini Mimolett Sucuğu ve Lavanta Sosu ile, Vintage Shiraz 2009
Bu yemekte içtiğimiz yoğun mor röfleli tonlara sahip bir kırmızı renge bürünmüş Vintage Shiraz tamamen Denizli Güney’deki Shiraz bağlarından yapılıyor. Burunda yoğun orman meyveleri aromalarına, önden gelen karabiber ve karışık baharat aromaları eşlik ediyor. Damakta bana daha çok Avustralya Shiraz’larını anımsatan Vintage Shiraz, sahip olduğu baharatsı yapısıyla yemeğimizin sadece adına bile bakıldığında iyi bir eşlikçi olacağını çoktan ortaya koymuştu bile.
Yemeğin sunumunda Kuzu Pirzola’nın “orta” pişmiş olması üzerinde duruldu ki, Türk insanı eti daha çok “iyi” pişmiş sever ve hafif kanlı et gördüklerinde “bu et pişmemiş” der.
Velhasıl, benim sevdiğim bir hikaye vardır, dünyanın en büyük şeflerinden Fransız “Guy Savoy”un en önemli müşterilerinden olan 2007’de vefat eden Rusların büyük “çello” sanatçısı ve “kompozitörü” Rostropovich, bir gün Guv Savoy’un restoranına gelir ve süt danası böbreği sipariş eder. Guv Savoy da kendisine hangi pişirme şeklini (az, orta veya iyi pişmiş) tercih ettiğini sorar. Rostropovich’İn cevabı sanırım her şefin duymak istediğidir: “Sence ben 300 kişiye karşı çalarken onlara nasıl çalmam gerektiğini soruyor muyum?”
Ben gerek pirzolayı gerekse diğer et yemeklerini “orta-az” pişmiş bir kıvamda tercih ediyorum. Tabi bu bir tercih meselesi ama bana göre bu kıvam bir et için en keyifli pişme kıvamı.
Yemeğe gelelim… Kuzu pirzolanın altında patlıcan ve domatesli “chutney” var. Et sosu ve domatesle pişirilen patlıcanlar yemeğe hafif bir asidite de kazandırmış. Ama belki de esas başyapıt Mimolett sucuğu olmalı, zira bu sucuktaki baharat kıvamı şarapla da inanılmaz bir bütünlük sağladı. İşin sırrı tabi uzun pişirmede ve dinlendirmede, zira uzun sürede pişirilip ardından 1 gün dinlenip sonra et sosunda tekrar pişiriliyor ve böylece kıvamı ve yoğunluğu daha da artıyor.
Bu yemeği bir de Kalecik Karası Roze ile deneyelim diyoruz. Sanırım patlıcan “chutney” yüzünden olsa gerek, şarabın ve chutney’İn asiditesi burada anlamlı bir birliktelik sağlıyor. Fakat ben yine de Shiraz’ın bu yemekle iyi bir bütünlük yakaladığı düşüncesindeyim.
-          Krem Brule, Ronnefeldt Earl Grey ve Chill Out Çayları ile Kayra “Madeira” Şarköy Öküzgözü – Boğazkere 2005
Gecenin son yemeği tabi ki tatlı… Bir Fransız klasiği “Krem Brule” burada 2 değişik tarzda yapılmış. Ronnefeldt Earl Grey, Bergamut ve Siyah Çay ile Chill Out ise Yasemin çayı ve Melisa ile… Krem Brule için Yumurta sarısı ve Krema emülsifiye çaylarla demleniyor, sonra fırında 100 derecede pişirilip ardından üzeri yakılıyor ve hemen servis ediliyor.
Gelelim bu tatlıya eşlik eden Kayra Madeira 2005’e… Benim çok sevdiğim tatlı şaraplardan olan Madeira 2005 artık adını değiştirerek piyasada “Madre” olarak varlığını sürdürecek, zira malum “Madeira” ismi zaten Portekiz’in Atlas Okyanusu’ndaki adasına ait ve adanın şarapları da aynı isimle anılıyor.
Burunda karamel, kahve, vanilya, kuru meyve aromalarına damakta çikolata, fındık ve yine kuru meyve aromaları eşlik ediyor. Bence iyi bir tatlı şarap bu ve Krem Brule’nin karamelize dokusuna gerçekten iyi eşlik ediyor. Krem Brule’deki çay aromaları çok baskın değil, kremamsı doku da hafif ve ağırlık hissi yaratmıyor. Türkiye’de yediğim en başarılı krem brule diyebilirim.
Sonuçta genel bir değerlendirme yaparsak, başarılı ve çok güzel bir etkinlik oldu. Şarapların kendi karakterlerinin yemeğin bütünüyle nasıl uyumlu olabileceğini, yemekte kullanılan bir sosun farklı bir şarapla nasıl uyumlu olabileceğini, asidite ve gövdenin gerek şarap gerekse yemek açısından nasıl bütünleşmesi gerektiğini anlatan faydalı bir etkinlikti.
Bence bu tarz etkinlikleri daha da geliştirip alternatif tatlarla ve özellikle Türk mutfağı üzerinde yoğunlaşmakta fayda var ki Kayra zaten “Türk Mutfağında Şarap Algısı Platformu” adında bu konuda etkinlikler düzenledi geçtiğimiz dönemlerde. Umarım bunun devamı da gelir yakın zamanlarda…

23 Şubat 2011 Çarşamba

Yıllanmış Türk Kırmızı Şarapları - Kör Tadım Sonucu

Daha önce bahsettiğim İzmir'de 19 Şubat Cumartesi günü Vedat Milor, Mustafa Çamlıca, Ahmet Gök, bendeniz ve Şarap Tutkunlarının (Ayhan Güleyen, İlker Özdemir, Arif Öncü ve Umay Çeviker) katıldığı "Yıllanmış Türk Kırmızı Şarapları" kör tadımında şarapları 4 kategoride değerlendirdik.

Kategori bazında şarap tadım sonuçları aşağıdaki gibi oluştu:


1. KATEGORİ - KLASMAN DIŞI ŞARAPLAR (Klasman dışı şaraplar etikette üzüm cinsi belli olmayan veya diğer kategorilerden farklı üzüm cinsine sahip şaraplar)

1987 Atatürk Orman Çiftliği Boğakanı - 72.0 PUAN
1996 Kavaklıdere Özel Carignan - Alicante - 67.3 PUAN
1996 Doluca Özel Kav - 65.8 PUAN
1992 Doluca Antik - 63.1 PUAN
1990 Kavaklıdere Dikmen - 60.1 PUAN
1997 Pamukkale Çalkarası - 59.4 PUAN
1980 Kutman Papazkarası - 56.0 PUAN
1996 Bortaçina Adakarası - 55.6 PUAN
1994 Efem Bağcılık Poseidon Papazkarası - ŞARAP ETİKETİ HATALI - DEĞERLENDİRME DIŞI BIRAKILDI

2. KATEGORİ - KALECİK KARASI
1970 Kavaklıdere Özel / Kalecik Karası ağırlıklı kupaj - 74.3 PUAN
1999 Kocabağ Kalecik Karası - 65.6 PUAN
1995 Kavaklıdere Kalecik Karası - 64.3 PUAN
1998 Kutman Kalecik Karası - 53.7 PUAN
1998 Efem Bağcılık Poseidon Kalecik Karası - ŞARAP ETİKETİ HATALI - DEĞERLENDİRME DIŞI BIRAKILDI


3. KATEGORİ - ÖKÜZGÖZÜ - BOĞAZKERE MONOSEPAJ VE KUPAJLARI
1999 Turasan Boğazkere - 71.1 PUAN
1995 Kavaklıdere Boğazkere - 69.1 PUAN
1999 Kavaklidere Öküzgözü - 68.9 PUAN
1992 Kavaklıdere Selection Öküzgözü - Boğazkere - 66.1 PUAN
1999 Kutman Öküzgözü - 55.4 PUAN

4. KATEGORİ - CABERNET SAUVIGNON - MERLOT MONOSEPAJ VE KUPAJLARI
1999 Sarafin Cabernet Sauvignon - 70.6 PUAN
1998 Gülor Cabernet Sauvignon - Merlot - 69.1 PUAN
1998 Sarafin Merlot - 59.6 PUAN
1999 Sevilen Merlot - 58.3 PUAN
1999 Sevilen Cabernet Sauvignon - 57.9 PUAN


Genel değerlendirmede puanlardan da anlaşıldığı gibi şarapların çoğu yıllanma potansiyeline sahip olmayan şaraplar. Dikkate değer şaraplar 1987 Atatürk Orman Çiftliği Boğakanı (benim puanım 72), 1970 Kavaklıdere Özel Kav Kalecik Karası (aslında ben bu şaraba 56 puan vererek tadımcılar arasında en cimri puantör oldum fakat toplamda 74.3 puanla günün en çok puan toplayan şarabı oldu, ben daha çok damağımda bıraktığı pas ve acı tonlar yüzünden kırdım puanı), 1999 Turasan Boğazkere (Açıkçası benim için gecenin sürprizi bu şaraptı, puanım 74 ), 1999 Sarafin Cabernet Sauvignon (puanım 75 ) ile 1998 Gülor Cab. Sauvignon - Merlot kupajı (99 Turasan Boğazkere ile "bana göre" içilebilir düzeydeki bir diğer şaraptı, puanım 77 )

Dikkat çeken belli başlı hususlar şöyle:
- İlginç bir şekilde şarapların hiçbiri buşone değildi,
- Şarapların çoğu özellikle burunda belli başlı bukelere sahipti (kuru meyveler, pekmez, reçel ve hayvan derisi, toprak gibi). Ancak iş genel olarak damakta da bittiği için damaktaki dengesizlik, burundaki bukelerin hemen hemen çoğunun şarapta damağa yansımaması ve bitimlerin çoğunun damakta "paslı demir" ve ekşimsi tatlar bırakması şarapların yıllanma yetersizliklerini göz önüne koyuyordu.
- Çok ilginç bir şekilde aslında kendi üzümlerimizden yapılan şaraplar daha iyi puan aldı. Bu da şarapçılarımızın Cabernet veya Merlot üzümlerini yakın zamana kadar iyi işleyemedikleri tezini doğruladı.

Sonuçta çok ilginç şarapların tadıldığı ve tadımın yanında müthiş eğitici sohbetlerin yapıldığı bir etkinlik oldu. Emeği geçenlerin ellerine sağlık...

21 Şubat 2011 Pazartesi

Hisar Balık Pişiricisi – İzmir

Vedat Milor ve Şarap Tutkunlarının İzmir’de düzenlediği “Yıllanmış Türk Kırmızı Şarapları” tadımının ardından akşam tadımdan çıktıktan sonra hanımla buluşup İzmir’de iyi bir balık yemek gerekir diye düşündüm. Vedat Milor sayesinde  duymuş olduğum “Hisar Balık Pişiricisi” açıkçası aradığım esnaf balık lokantası tarzına sahip bir yer.
Pasaport’ta Kazım Dirik Caddesi, 18 numaradaki “Hisar Balık Pişiricisi” adına yakışır şekilde balık pişiriyor. Girer girmez balıklara bir göz atıp taptaze gözüken deniz levreklerinden yemeye karar verdik. Levreklerin arkasında orta boy karidesler bize göz kırparken, karidesleri iki farklı pişirme şekliyle pişirmelerini istedik – zeytinyağlı / limonlu ve tereyağlı / kırmızı biberli.
Meze seçenekleri pek fazla olmamakla beraber, şevketi bostan, cibes, kurutulmuş acı biberli yoğurt ve acılı yoğurt almayı uygun gördük meze olarak.
Velhasıl, masamıza oturup içecekleri sorduğumuzda İzmir’de bir balık restoranında anlamadığım derecede az şarap seçenekleri bizleri şaşırttı. Şarap hinterlandı bu kadar geniş bir şehrin her restoranında bence bol çeşit şarap olmalı ancak maalesef restoran sahipleri bir türlü şarap seçeneklerini artırmaya yanaşmıyorlar. Bunda temel sorun nerede? Restoran sahiplerinde mi, şarap üreticilerinde mi yoksa tüketicide mi? Bir ara bu konuya da el atarız… Gelgelelim, zaten sipariş ettiğimiz mezelerin bir bölümü yoğurtlu olunca ve ben de yoğurtla şarap içmeyi “kendimce” pek uygun bulmadığımdan, içki seçeneğini rakıdan yana (Yeşil Efe) kullandık hanımla beraber.
Mezeler taze ve kıvamları yerindeydi. Gerek şevketi bostan gerekse de cibes asidite ve zeytinyağı dengesi açısından gayet kıvamındaydı. Bazen bu dengeyi bozabiliyor restoranlar, ya aşırı asitli olabiliyor ya da aşırı yağlı, bu da yediğinizden keyif almanızı belli bir oranda engelliyor.
Biz gerek kurutulmuş acı biberli yoğurt ve gerekse de acılı yoğurda bayıldık (ki acılı yoğurt da bir nebze acı biberden yapılmış ancak biberler ince ince dilimlenmiş ve yoğurda bulanmış).
Masaya karidesler de geldi, keyfimiz iyice yerine geldi… Karidesler çok taze, deniz kokuyorlar ve tam istediğim gibi aşırı pişirilmeden hafif diri kalarak pişmişler. Hafif orta boy karidesler yukarıda bahsettiğim gibi hem zeytinyağlı/limonlu hem de tereyağlı/kırmızı biberli olarak geldi. Burada da denge iyi tutturulmuş, ne yağı fazla ne baharatı ne de asiditesi.
Gecenin yıldızı levrek ise uzun zamandır yediğimiz en iyi levrek olarak hafızalarımıza kazındı. Hoşumuza giden şey, levreğin suyunu içinde tutarak pişirmeleri oldu ki, gerçekten usta işi bir levrek yapmış aşçıbaşı. Levreğin beyaz etli kısmı damağınızda lokum gibi nefis bir tat bırakıyor, balık taptaze olduğundan tıpkı karidesler gibi hafif deniz kokusunu alabiliyorsunuz. Bana göre tuzu da gayet yerinde zira bazen bu tarz ızgaralarda tuzun ayarı da eksik olabiliyor veya fazla kaçabiliyor, ancak bugün aşçıbaşı sanırım iyi gününde ve enfes bir levrek önümüze sunuluyor ve biz bunu gerçekten keyifle yiyoruz.
Açıkçası benim için restoranın gastronomik açıdan kalitesi önemli. Gittiğim yerlerde biraz daha mahalle arası lokantaları tercih etmeye çalışıyorum aradığım “iyi yemeği” bulabilmek için. İşte “Hisar Balık Pişiricisi” içki menüsü açısından olmasa da önümüze sunulan lezzetler açısından “iyi yemek” yenebilecek mahalle arası lokantalardan biri olarak notlarıma giriyor.
Ayrılırken masamıza bakan garson ve kasaya bakan arkadaşla ayak üstü neden şarap menüsünü bu kadar kısır tuttuklarını soruyorum. “Vedat Milor da aynı şeyden ötürü notumuzu kırmıştı abi” diye cevap veriyorlar. Ben de “Notunuzun kırılması normal zira en azından uygun fiyatlı şarapları ufak ufak getirin müşterilerinize önerin” diyorum. Diyorum da, acaba müşteri ne kadar bu öneriye açık ya da restoran sahibi ne kadar şarap önerir müşterisine? Tavuk-yumurta ilişkisi gibi bir ilişki bizim memlekette bu…
Efendim “Hisar Balık Pişiricisi” çok mu hesaplı? “Eh işte” denebilecek türden, ama kaliteli malzeme ile yapılan kaliteli yemekler bazen hesabın önüne geçiyor. İki kişi 35lik “Yeşil Efe”, levrek, karides ve mezeler dahil 150 TL’ye çıktık “Hisar Balık Pişiricisi”nden.
Mekanda her ne kadar şarap konusunda eksiklik olsa da İzmir’e bir daha gelsem yine burada balık yiyeceğimden eminim…

20 Şubat 2011 Pazar

Kayra Wine Center Şarap-Yemek Eşleştirme Atölyesi

Bugünlerde şarap tadım programım bir hayli yoğun :) 19 Şubat'ta İzmir'de düzenlenen Vedat Milor ve Şarap Tutkunlarının düzenlediği "Yıllanmış Türk Kırmızı Şarapları" tadımının ardından, 22 Şubat akşamı Kayra Wine Center'ın Mimolett restoran ile birlikte düzenlediği "Şarap-Yemek Eşleştirme Atölyesi"ndeyim...

Mimolett’in şefi Murat Bozok ve Kayra’nın şarap yapım uzmanı Daniel O’Donnell tarafından oluşturulan atölyede tadılacak yemekler ve şaraplar aşağıdaki gibi:

- Somon Konfit ve Karamelize Mevsim Sebzeleri ile Vintage, Chardonnay 2009
- Uykuluk, Sote, El Yapımı Limon Reçeli ve Kekik Salatası ile Kayra, Terra Kalecik Karası Roze 2009
- Deniz Levrek, Sote, (Starter porsiyon) Deniz Mahsüllü Kaneloni ve Karides Sosu ile Kayra Vintage, Boğazkere 2008
- Kuzu Pirzola, Sote, Patlıcan ve Domates Salatası, Mini Mimolett Sucuğu ve Lavanta Sosu ile Vintage, Shiraz 2009 
- Krem Brule, Ronnefeldt Earl Grey ve Chill Out Çayları ile Kayra "Madeira" Şarköy, Öküzgözü & Boğazkere 2005


Güzel bir aktivite olacağa benziyor... yakında değerlendirmelerimi paylaşmak dileğiyle...

Vedat Milor ve Şarap Tutkunları ile "Yıllanmış Türk Kırmızı Şarapları Tadımı"

Bu haftasonu İzmir'de Vedat Milor ve Şarap Tutkunlarından Ayhan Güleyen, Mustafa Çamlıca, İlker Özdemir, Umay Çeviker, Arif Öncü ve Keyif Notlarından Ahmet Gök'ün katıldığı "Yıllanmış Türk Kırmızı Şarapları" tadımına katıldım.

Tadımdaki şaraplar oldukça ilginçti ve müthiş eğitici keyifli sohbetlerle dolu bir tadım oldu.

Tadım için yanımda götürdüğüm Efem Bağcılık Poseidon marka 1994 Papazkarası ve 1998 Kalecik Karasının sahte etiket basılan yeni rekolte şaraplar çıkması da tadımdaki ilginç anlardan biriydi.

Tadımdaki şaraplarla ilgili genel değerlendirmemi yakında paylaşacağım, şu an sadece tattığımız şarapların listesini yayınlıyorum:

1970 kavaklidere özel kalecik karası
1980 kutman papazkarasi
1987 boğakanı atatürk orman çiftliği
1990 kavaklıdere dikmen
1992 doluca antik
1992 kavaklıdere ö küzgözü-boğazkere
1994 efem bağcilik poseidon papazkarası (diskalifiye oldu)
1995 kavaklidere kalecik karası
1995 kavaklidere boğazkere
1996 doluca özel kav
1996 bortaçina adakarası
1996 kavaklidere özel carignan alicante
1997 çalkarası pamukkale
1998 efem bağcılık poseidon kalecik karası (diskalifiye oldu)
1998 kutman kalecik karası
1998 sarafin merlot
1998 gülor cabernet sauvignon-merlot
1999 kocabağ kalecik karası
1999 kavaklidere Öküzgözü
1999 kutman öküzgözü
1999 turasan boğazkere
1999 sevilen merlot
1999 sevilen cabernet sauvignon
1999 sarafin cabernet sauvignon

17 Şubat 2011 Perşembe

Fransa’da şarap ve alkollü içki ihracatında artış… ve yeniden Türk şarapçılığı…

Terre de vins” ve “Vitisphere”in haberine göre, Fransız Şarap ve Alkollü İçki Federasyonu “FEVS” 2010 yılı ihracat rakamlarını açıklamış. Fransa’da şarap ve alkollü içki ihracatı 2010 yılında 9,09 milyar Euro’ya çıkarak 2009 yılına göre %18 kadar bir artış gerçekleşmiş ve kötü geçen 2009’un ardından üreticiler rahat bir nefes almış.
Fransız Şarap ve Alkollü İçki Federasyonu “FEVS” 2011 için ihracatta %5 ila 7 oranında bir artış beklediklerini açıklamış.  Bu bağlamda söz konusu ihracat rakamları 2007 ve 2008’deki tarihi rekorun da üzerine çıkmış olacak.
İhracattaki başlıca pay sahipleri ise Konyak, Votka, Şampanya ve Bordeaux bölgesi şarapları. Konyak üreticileri %33’lük artışla 1,85 milyar Euro’luk ihracat rakamına ulaşırken, Votka üreticileri %40 artışla 332 milyon Euro’luk ihracat yapmış. Şampanya ihracatı %22’lere dayanmış ve 1,9 milyar Euro’ya ulaşmış, Bordeaux bölgesi şarapları ise ihracat yükünün %17’sini çekmekte.
İhracatta yaşanan artışın başlıca sebebi tahmin edilebileceği gibi daha önceki yazılarımda da bahsettiğim Uzakdoğu pazarında yaşanan müthiş gelişmeler ve ABD pazarının toparlanması olarak görülüyor.
ABD halen %25,4 artışla Fransız şarap ve diğer alkollü içki ihracatındaki 1,6 milyar Euro’luk payıyla Fransızların en büyük müşterisi konumunda. ABD’yi İngiltere %7i5 artışla 1,3 milyar Euro, Almanya %5,4 artışla 789 milyon Euro ve Belçika %2 azalışla 593 milyon Euro’luk ihracat hacmi takip ediyor. Çin ise %78,8 (dikkat buyurunuz) artışla bu ülkelerin ardından beşinci sıraya çıkarak Fransız ihracatına yaklaşık 564 milyon Euro’luk bir katkı sağlamış.
Tabi tüm bu rakamlar ve ticaret hacimleri belli başlı planlı çalışmaların ürünü. Genel anlamda, daha önce de defalarca kez yazdığım gibi, her alanda olduğu gibi şarapçılıkta da “sürdürülebilir bir kalkınma” vardır. Bu kalkınma, satış ve pazarlama faaliyetlerinin sürdürülebilir olmasının yanı sıra, genel anlamda kalitenin de sürdürülebilirliği ile gerçekleşebilir.
Bizim şarapçılığımızda sürdürülebilir bir kalite anlayışı, kalitenin fiyata dengeli bir şekilde yansıması ve satış-pazarlama faaliyetleri ile desteklenmesi gibi bir anlayış henüz oluşamadı ne yazık ki.
Rekolteler arası ciddi kalite ve fiyat farklılıkları, neye göre kime göre belirlendiği bilinmeyen enteresan fiyat politikaları ve spontane gelişen şarap üretimi ve pazarlama teknikleri şarapçılığımızın başlıca sorunlarından.
Kaldı ki, yurtiçinde kalite-fiyat dengesi bu kadar olumsuz olan bir ürünün ihracat pazarında nasıl ve ne kadar yer alabileceği ciddi bir soru işareti.
Bakınız, en basitinden İstanbul Atatürk Havalimanı’ndaki Duty Free Mağazalarında satılan Türk şaraplarının çoğu her nasılsa yurtiçindeki satış fiyatlarının üzerinde. Mağazadaki 2 şarap reyonundan biri Türk şaraplarına diğeri yabancı şaraplara (Fransız, İtalyan, Kaliforniya, Avustralya, İspanya vs)  ayrılmış durumda. Her defasında reyonu inceleyen yabancıların Türk şaraplarına önce bir baktıktan sonra sırtlarını dönüp yabancı şarapları satın aldıklarına şahit olmuşumdur. Adam orada daha ucuza artık markalaşmış bir Barolo dururken fiyatı çok daha pahalı ve kalitesinden emin olamadığı bir Türk şarabını neden alsın?
Ülkemizin önde gelen yedi şarap üreticisi geçtiğimiz yıl bir araya gelip bir platform kurdular ve adına “Wines of Turkey” adını verdiler. Güzel bir çalışma. Platformun başındaki Sn. Taner Öğütoğlu gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında ciddi çalışmalar ve tanıtım faaliyetleri gerçekleştiriyor. Yapılan aktivitelerden anladığımız platformun öncelikli hedefinin yurtdışındaki şarap uzmanlarına Türk şaraplarını tanıtmak ve Türkiye’yi onların ilgi alanlarına çekmek ki temelde bu hedef doğrultusunda aktiviteler gerçekleştirdiler. Kendilerinin turizme de yönelik birtakım düşünceleri ve çalışmaları olduğunu tahmin edebiliyorum, bu bağlamda önümüzdeki dönemlerde platformun Türk şarapçılığımıza olumlu getirisi olacağı inancındayım.
Ancak yine de hükümetin alkollü içecekler üzerine uyguladığı malum politikalardan yılmamak gerekir ve bu politikaların arkasına da sığınmamak gerekir. Tüm şarap üreticilerimizin öncelikli hedefinin fiyat-kalite dengesini global çapta bilinen “gerçekçi” seviyelerde tutturmaları ve sürdürülebilir kalite anlayışını şaraplarına yansıtmaları gerektiğine inanıyorum.