30 Aralık 2010 Perşembe

Gusto Dergisi Yılın Şaraplarını Seçti…

Sektör dergileri bir bir yılın şaraplarını açıklamaya başladılar. Bir önceki yazımda bahsettiğim Wine Spectator’dan sonra, ülkemizin şarap – gastronomi dünyasının köklü dergilerinden “Gusto” geleneksel olarak yılın şaraplarını altın – gümüş ve bronz liste halinde yayınladı…
Altın listede beyazlarda Denizli yöresinin üreticisi Pamukkale’ye yer verilmiş ki bence de son yıllarda Pamukkale’nin şaraplarında belli bir kalite artışı var. Kaldı ki, 2010’da ağırladığımız dünyaca ünlü şarap uzmanlarından (Master of Wine) “Oz Clarke” ve “Tim Atkins” favori Türk şarabı olarak “Pamukkale Trio Kırmızı 2007”yi seçmişti. Bunda Pamukkale’nin kalitenin yanında fiyatı da uygun tutmasının rolü çok büyük elbette, zira, şarap uzmanları puanlama yaparken sadece kaliteye değil, şarabın satış fiyatına da büyük önem verirler…
Altın liste’ye giren Doluca Verano Roze de benim bu yıl beğenerek içtiğim Roze şaraplardan biri oldu
Kırmızılarda ise Corvus’tan bir şarap olmasına hiç şaşırmadım; zira Corvus yaptığı sabırlı ve planlı yatırımların karşılığını almaya başladı, listeye belki Corvus Corpus 2006 da girebilirdi…
Altın listedeki bir diğer kırmızı Gülor “G”yi açıkçası hiç içmedim, bir ara içip, tadım notlarını burada paylaşmayı düşünüyorum…
Altın listeye giren son kırmızı Kayra Vintage Öküzgözü 2007 ise, yıl içinde içtiğim iyi “Öküzgözü” şaraplarından birisiydi. Bu şarapta kullanılan “Öküzgözü” üzümü, Elazığ’da “Şükrü Baran” adında bilinçli ve vizyonu olan bir bağcının bağlarından çıktı… Kayra’nın şarap danışmanı “Daniel O’Donnell” ile birlikte Elazığ – Aydıncık’ta özenle ve müthiş bir vizyonla çalışan bağın sahibi “Şükrü Baran”, Öküzgözü üzümüne hak ettiği değeri veren ender bağlardan birini yaratmış… Ancak maalesef bu yıl içinde bu güzel bağların sahibi “Şükrü Baran”ı kaybettik… Mekanı cennet olsun…
ALTIN LİSTE…
Beyaz
-          Pamukkale Anfora Chardonnay Reserve 2007
-          Pamukkale Nodus Chardonnay 2009
Roze
-          Doluca Verano Cabernet Sauvignon – Öküzgözü 2009
Kırmızı
-          Corvus Blend No. 3 2006
-          Gülor ‘G’ Cabernet Sauvignon – Merlot 2007
-          Kayra Vintage Öküzgözü 2007

Gümüş listede beyazlarda yıl içinde birkaç kere tattığım ve çok beğendiğim şaraplar var. Bunların başında “Kavaklıdere Cotes d’Avanos Narince – Chardonnay 2009” geliyor ki, geçtiğimiz günlerde www.erobertparker.com yazarı “Neal Martin” kendi blogu olan http://blog.wine-journal.com ‘da bu şarabı çok beğendiğini açıkladı ve şarabı “value of the year” olarak nitelendirdi.
Yine Kayra Vintage Chardonnay 2009 da özellikle “Sur Lie” yani şarabın kendi tortusu üzerinde üretimiyle başarılı bulduğum beyaz şaraplardan biri. Kavımda sık sık bulundurmaya çalıştığım beyazlardan başında gelir…
Umurbey Sauvignon Blanc 2007 ile İstanbul – Kuzguncuk’ta bulunan ve bana göre İstanbul’un en iyi balık restoranlarından biri “Kosinitza”da tanışmıştım ve oldukça hoşuma gitmişti. Hatta bu şarap beklediğimden daha iyi çıktı bile diyebilirim… Bu arada “Kosinitza” için ayrı bir yazı yazacağım. 2011’in ilk günlerinde mekanın sahibi sevgili İbrahim Bey’e uğrayıp, Akdeniz usulü hazırladığı deniz mahsullerinden tekrar tatmayı planlıyorum…
Rozelerden Turasan Capadoccia Roze 2010 yeni çıkan bir şarap, 2009’u çok iyiydi, bunun da öyle olacağını düşünüyorum, en kısa zamanda alıp tatmak gerek…
Pamukkale’nin Anfora Trio serisi beni her zaman mutlu kılmıştır… Kırmızı, Beyaz, Roze fark etmez, fiyat – kalite dengesi çok iyi bir şarap…
Kırmızılarda Büyülübağ Cabernet Sauvignon Reserve 2007 var ki daha yeni bu şarabın 2005 rekoltesi hakkında tadım notlarımı yazdım. Büyülübağ, Cabernet Sauvignon şaraplarında kalitede belli bir süreklilik sağlamış gibi görünüyor.
Doluca Signium, bilinçli bir projenin ürünü… Doluca bağlarında yılın en iyi üzümlerinin kupajıyla ortaya çıkartılan bir şarap Signium ve her yıl farklı üzümler denenerek en zarif ve kaliteli şarabı ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Signium 2008’te Cabernet Sauvignon, Shiraz, Cabernet Franc ve Merlot kullanılmış. Kompleks, gövdeli ve güçlü bir şarap bu.
Gümüş listedeki Kavaklıdere şaraplarından Pendore Syrah 2008 2010’daki uluslararası yarışmalardan bol ödülle dönen başarılı şaraplarımızdan biri. Türkiye’de son yıllarda artan Shiraz (veya Syrah) potansiyelini bir basamak daha yukarı taşıyan güçlü ve kişilikli bir şarap.
Sevilen’in 900 metre rakımdaki bağlarından ürettiği “900” serisi şaraplarından “Cabernet Sauvignon 2007” de senenin iyi kırmızılarından gerçekten. Yıl içinde içtiğim iyi Cabernet Sauvignon’lardan birisi olarak notlarımda yerini aldı.
Ülkemizin yeni şarap üreticilerinden Urla ve Urlice ile henüz tanışma fırsatı bulamadım. Ancak çok kısa bir süre içinde her iki üreticinin de şaraplarını tatmayı ve keşfetmeyi düşünüyorum. Hayal kırıklığına uğramayacağımdan eminim; zira çok güvendiğim şarap sever dostlardan çok olumlu izlenimler edindim bu üreticiler hakkında. Umarım devamı gelir…
GÜMÜŞ LİSTE…
Beyaz
-          Doluca Karma Chardonnay – Narince 2008
-          Kavaklıdere Cotes d’Avanos Narince – Chardonnay 2009
-          Kavaklıdere Prestige Narince 2008
-          Kayra Vintage Chardonnay 2009
-          Sarafin Chardonnay 2008
-          Umurbey Sauvignon Blanc 2007
Roze
-          Pamukkale Anfora Trio Roze 2008
-          Turasan Capadoccia Roze 2010
Kırmızı
-          Büyülübağ Cabernet Sauvignon Reserve 2007
-          Doluca Signium 2008
-          Kavaklıdere Angora 2009
-          Kavaklıdere Pendore Syrah 2008
-          Pamukkale Nodus Shiraz 2009
-          Sevilen 900 Cabernet Sauvignon 2007
-          Urla Nero d’Avola 2008
-          Urlice Reserve Syrah – Cabernet Sauvignon 2008

Kabarık Bronz listenin beyazlarında Kavaklıdere ön planda. Ben Kavaklıdere’nin Egeo serilerini hep beğenmişimdir, belli bir düzeyi tutturduğuna inanıyorum. Bir Kavaklıdere klasiği olan Selection Narince – Emir ise kaliteden ödün vermeden üretilmeye devam ediliyor.
Beyazı altın listede de yer alan Pamukkale Chardonnay, yine bronz listede bu kez 2009 rekoltesiyle karşımıza çıkıyor. Demek ki, Pamukkale Chardonnay belli bir düzeyi tutturmuş gibi.
Sarafin Sauvignon Blanc konusunda biraz çekincelerim var, zira, burunda iyi ancak damakta zayıf kalan bir Sauvignon Blanc.
Gümüş listede bahsettiğim yeni üreticilerden Urla Şarapçılık Chardonnay ile bronz listeye de girmiş… Umarım piyasada biraz daha yer edinirler.
Bronz listedeki iki rozeyi de içmedim henüz… Vinkara’nın 2010 rekoltesi rozesi ilginç geldi bana…
Bronz liste kırmızılarında ise yine Büyülübağ ve yine Cabernet Sauvignon…
Listedeki yeni ve ilginç üreticilerden biri Chateau Nuzun, Marmara Ereğlisi’nde 2005 ve 2006 yılında oluşturulan bağlardan ilk şarabını 2008de üretti. İşte listeye giren 2008 Syrah bu ilk ürünün eseri. Kutlamak lazım…
Sonuçta ilginç ve geniş bir liste olmuş, piyasaya henüz yeni giren üreticilerin de listede olması çok güzel…
BRONZ LİSTE…
Beyaz
-          Kavaklıdere Ancyra Muscat 2009
-          Kavaklıdere Ancyra Sultaniye 2009
-          Kavaklıdere Egeo Sauvignon Blanc 2009
-          Kavaklıdere Selection Narince – Emir 2008
-          Pamukkale Anfora Chardonnay 2009
-          Sarafin Sauvignon Blanc 2009
-          Turasan Seneler Chardonnay 2009
-          Urla Chardonnay 2009
Roze
-          Sevilen Pink Fume 2009
-          Vinkara Quattro Roze 2010
Kırmızı
-          Büyülübağ Cabernet Sauvignon Reserve 2006
-          Chateau Nuzun Syrah 2008
-          Doluca Karma Merlot – Boğazkere 2008
-          Doluca Kav Öküzgözü – Boğazkere 2008
-          İdol Consensus 2007
-          Kavaklıdere Ancyra Kalecik Karası 2009
-          Pamukkale Anfora Cabernet Sauvignon 2006
-          Pamukkale Nodus Cabernet Sauvignon 2009
-          Sarafin Merlot 2008
-          Sarafin Shiraz 2008
-          Sevilen Centum Syrah 2007
-          Sevilen Majestik Cabernet Franc – Shiraz 2007
-          Turasan Seneler Öküzgözü 2008
-          Umurbey Cabernet Sauvignon – Merlot 2007
-          Villa Doluca Boğazkere – Öküzgözü – Kalecik Karası 2009

Wine Spectator 2010'un en iyi 100 şarabını seçti...

Şarap dünyasının önde gelen dergilerinden Wine Spectator geleneksel olarak her yıl sonunda o yıla ait bir "top 100" listesi yayınlar... Bu yılın listesinde ilk 10'da daha çok Amerika'nın Kaliforniya bölgesi şarapları egemenliğini görüyoruz...
 
 




Tadım notları: Kavaklıdere Cotes d'Avanos Sauvignon Blanc 2006

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; bence Türkiye'deki en iyi Sauvignon Blanc...
Bana Loire Vadisi'nden Pouly Fumé veya Sancerre bölgesi Sauvignon Blanc'larını anımsatan yegane Türk şarabı... Neden mi? Çünkü bu şarapta belirgin bir mineral lezzet yanında çiçeksi, meyvemsi ve otsu aromalar dengeli bir şekilde bütünleşiyor...
Yeşil tonları olan parlak bir altın sarısı renginde olan bu şarap, burunda ve damakta bir Sauvignon Blanc'dan bekleyebileceğiniz klasik limon, yeşil elma, erik, kedi çişi, çimen, arkadan hafif kavun aromaları ile kompleks bir yapıda. Kapadokya bölgesinin volkanik toprak yapısı şaraba belli bir mineralite de katmış ve dengeli bir asidite ile orta gövdeli kaliteli bir şarap oluşmuş...
Kabuklu deniz mahsulleri, keçi peyniri veya önceki yazılarımda yazdığım enginar-levrek ikilisiyle uyum sağlayabilecek bir şarap... Herkese tavsiye ederim...

Tadım notları: Büyülübağ Cabernet Sauvignon Reserve 2005

Avşa Adası'nın şarap üreticisi Büyülübağ'ın son yıllarda ürettiği en iyi kırmızı şaraplardan birisi olan 2005 reserve Cabernet Sauvignon 16 ay Fransız meşe fıçıda bekletilmiş. Büyülübağ tesislerinde gravite yöntemiyle şarabın yorulmadan tanklara aktarılması sağlanıyor. Bu da şarabın yapısını korumaya yardımcı oluyor.
Burunda ahududu, olgun kiraz, karabiber, arkadan narenciye ve is aromalarına damakta hafif kahve - kakao aromaları ekleniyor. Orta - tam gövdeli, kompleks, zengin ve güçlü bir şarap.
Kimi eleştirmenlere göre Türkiye'de üretilmiş en iyi Cabernet Sauvignon... Velhasıl piyasada artık bulunması çok zor zira bu şarap iyi bir tanıtım yaptı, pek beğenildi ve tükendi... nadiren http://www.onlinemahzen.com/ gibi sitelerde çok kısa süreliğine satışa çıkabiliyor... takip etmek lazım... Ben de online mahzenden geçen sene bu şaraptan bir şişe temin etmiş, çok kısa sürede tükenmek üzereyken son kalan şişeyi de kavımda bekletmek üzere almıştım... Bu şarabı birkaç yıl kavda bekletip, şaraptaki bekletme potansiyelini görmek istiyorum. Bakalım yıllar sonra şarabı açınca neyle karşılacağım :)

28 Aralık 2010 Salı

2010’da beğendiğim restoranlar…

2010 yılı içerisinde yurtiçi ve yurtdışında uğradığım hoşuma giden restoranların bir listesini çıkardım… Açıkçası listeyi yapmak beklediğimden zor oldu. Zira listeye yemeklerin kalitesi yanında, fiyatların da bu kaliteye doğru oranda yansıdığı, atmosferi sıcak ve mekandan çıkarken insanı gerçekten mutlu edebilecek yerleri koymaya çalıştım… Ben genelde sıralama yapmayı seven birisi değilim, o bakımdan lütfen aşağıdaki listeyi bir sıralama olarak algılamayın… Bakalım listede neler var;
-          Rouge (Talimhane – İstanbul)… Türkiye’nin önde gelen şarap uzmanlarından her Pazar Milliyet gazetesinden yazılarını severek takip ettiğim Mehmet Yalçın’ın mekanı… Burası için iyi bir şarap “bistro”su diyebiliriz. Şarap fiyatları diğer restoranlara göre daha uygun ve seçenek bol. Daha önceki yazılarımdan birinde buradan bahsetmiştim… Geçenlerde bir Cumartesi akşam tekrar gittim, ne var ne yok diye baktım… Canlı müzik koymuşlar mekana (bir restoran ya da bistro için çok mu gerekli, aslında hayır ama tercih meselesi…)
Alt katında güzel bir de şarap mağazası açılmış. Bistrodan çıkınca mağazayı baştan aşağı gezdim. Sağolsun mağaza görevlisi İsmail Bey bana vakit ayırıp beraber nerdeyse teker teker tüm şişeleri inceledik, bir yandan da çok güzel bir şarap sohbeti yaptık. Hoşuma giden şey fiyatların piyasadaki diğer benzer yerlere göre daha uygun olması oldu. Aldığım şaraplardan en ilginci Fransa Pirene Dağları’ndaki Jurançon bölgesine ait tatlı şarap - Chateau Jolys 2004 rekoltesi oldu… Bir de yanında bölgeye has peynirlerden olsa…

-          Ciğerci 184 (Barajyolu - Adana)… Memleketim Adana’nın nadide ciğercilerinden… Ne hikmetse hep sabaha karşı uğramışımdır bu mekana, bu sene de geleneği bozmadım, Adana’ya geçen bayramda sabaha karşı 02.30 sularında iner inmez kendimi “Ciğerci 184”te buldum… Adana’ya özgü sofraya oturur oturmaz önünüze gelen çeşitli soğan salataları, ezme salata ve yeşilliklerle beraber müthiş bir uyum içinde ocak başında yenen ciğerin tadı bir başka oluyor.
Bir de tabi, genelde Adanalıların gece muhabbetleri bir süre sonra şırdancı ve ciğercide devam eder (nasıl oluyorsa artık! :)… Yine gecenin bir saati tüm aile içkili muhabbet şen şakrak devam ederken, bir de baktık önce Adana’nın efsane şırdancılarından “Kudret”te şırdan yiyoruz, ardından kendimizi “Ciğerci 184”te bulduk… Benim kuzenlerden birine kolesterol az geldi biraz daha zirve yapmak istedi, ciğer yerine “yürek” yemeyi tercih etti… O da güzel!

-          Au Vieux Comptoir (Chatelet – Paris)… Efendim, bir başka memleket Paris’te ise durum farklı… Orada rakının yanında şalgam suyu içemiyoruz elbet ancak olay biraz daha janjanlı…
Bu yıl gittiğim tartışmasız en iyi restoranlardan birisiydi “Au Vieux Comptoir”… Chatelet meydanına yakın bu mekan Parislilerin severek gittiği yerlerden biri… Fiyat – kalite dengesi zirve yapmış yerlerden.
Yerel Fransız mutfağına ağırlık veren, yemek ve şarap fiyatları oldukça uygun olan bir mekan burası (yemekler ortalama 10 – 15 Euro, şaraplarsa ortalama 20 - 25 Euro).  Giriş yemeğinde güveçte yediğim Sübye ve ardından gelen deniz taraklarının tadı halen damağımda… Hemen hemen diğer tüm Paris restoranları gibi ortam biraz sıkışık olmasına rağmen atmosfer güzel ve çok cana yakın… Gitmeden kesinlikle rezervasyon yapılmalı… Sevgili sahipleri Anne ve Cyril’e de buradan selam gönderiyorum…

-          Le Bosquet (Ecole Militaire – Paris)… Eiffel Kulesi’ne yakın şık ve güzel bir mekan olan “Le Bosquet” de bu yıl memnun kaldığımız restoranlardan biri oldu. Restoranın bulunduğu bölge biraz turistik olmasına rağmen, fiyat – kalite dengesi gayet iyi bir restoran burası. Menü biraz daha uluslararası olup Fransız mutfağının klasikleri de menü de yer alıyor. Burada yediğim “Bourgogne usulü salyangoz” benim için senenin en iyi yemeklerinden oldu… Açıkçası Fransa’da gittiğimiz birçok yerde olduğu gibi burada da cana yakın bir servis vardı… Yemek sonunda bana ikram ettikleri bir kadeh “Henri Bourgeois” Sancerre ise ortama bir başka güzellik kattı…

-          Los Dos Hermanos (Cours Victor Hugo - Bordeaux)… Bordeaux’da gidilebilecek en iyi tapas restoranlarından biri. İnanılmaz ucuz, güzel ve lezzetli… Mekan gerçek bir tapas bardan beklediğiniz tüm salaşlığı yansıtıyor. Sahipleri ve garsonlar İspanyol, yemekler İspanyol, şaraplar İspanyol… daha ne olsun? :)… 4 kişi 50 Euro’ya 7 – 8 çeşit “racion” denilen büyük porsiyon tapas ve 1 şişe İspanyol sofra şarabı içip, mekandan mutlu mesut ayrıldık…

-          Bakaliarakia (Kidathinaion Sokağı – Atina)… Birkaç gün önce yazdığım “Brettos” barın hemen yanında yer alan Atina’daki Plaka Mahallesi’nin turist tuzağı olmayan gerçek yerel tavernalarından biri… Restoran yerin bir kat altında, enteresan bir girişi var ancak çok da aldırmamak gerek; zira ortam ferah, güzel bir hava var… Açıkçası genelde Atina’yı şehir olarak pek beğenmesem de, yeme-içme konusunda hoşuma gider. Hele bir de fiyatlar İstanbul’a göre çok ama çok düşük olunca, daha da bir keyiflenirim. İşte “Bakaliarakia” da kaliteli ve çok uygun fiyata yemek yiyebileceğiniz yerlerden biri. Mis gibi zeytinyağı kokan bir Yunan Salatası (Greek Salad), bol sarımsaklı bir cacık (Tzatziki), nefis bir domuz köftesi, bildiğimiz geleneksel etli yaprak sarma, kabak mücver gibi klasik Türk – Yunan yemekleri menüdeki yemeklerden bazıları… Buranın esas spesiyalitesi ise kızarmış morina balığı, yanında asiditesi yüksek bir beyaz şarapla enfes gidiyor… Şaraplar litre bazında satılıyor ve sahiplerinin kendi bağlarından geliyor… 30 Euro’ya 2 kişi burada 2-3 çeşit salata + meze ve 2 çeşit ana yemek yanında yarım litre şarap ve 1 bira içip şükranlarımızı sunduk…

-          Cercis Murat Konağı (Suadiye – İstanbul)… Mardin mutfağının en iyi temsilcilerinden “Cercis Murat Konağı”, 2010’da beğendiğim yerlerden biri oldu. Eylül’de düzenledikleri “bağbozumu yemekleri” konseptli limitsiz Süryani şarabı dahil 69 TL’lik tadım menüsü çerçevesinde uğradığım restoranda, eşsiz mezeler ve yemekler tatma fırsatı yakaladık. Zeytinyağlı ekşili soğan dolma, cevizli sembusek, nar taneli haşlanmış içli köfte, kuzu yahnisi ve sarımsaklı etli yaprak sarma burada tattığım birbirinden lezzetli yemeklerden birkaçıydı… Yakında yeni konsept menüleri çerçevesinde bir daha uğramayı düşünüyorum…

-          Leban Meze Evi (Gazipaşa Caddesi – Ortodoks Kilisesi yanı - Antakya)… Enfes Antakya mezeleri ve daha da önemlisi “humus”un kralını yemek için Antakya’da en doğru adres “Leban”… Yüz küsur yıllık eski bir Antakya konağını restore edilerek restorana dönüştürmüşler ve iyi de yapmışlar. Ortadoğu mutfağında yaygın onlarca çeşit meze, nefis katıklı ve biberli ekmek, sıcakkanlı, güzel bir atmosferde oldukça uygun fiyatlara sunuluyor…

-          La Deuvaliere (Rue Monnaie – Tours)… Fransa Loire Vadisi’nde yer alan Tours şehrinin Michelin Guide’a girmiş “Best Value” restoranlarından “La Deuvaliere”, şehrin en canlı meydanı “Place Plumereau”nun hemen yanında bulunuyor… 29 Euro’luk giriş, ana yemek ve peynir tabağı menüsü gurmelere layık… Özellikle bölgeye has keçi peynirleri bambaşka bir tat… Peynirlerin yanında yine Loire Vadisi şaraplarından Vouvray tatlı şarabını şiddetle tavsiye ederim, inanılmaz bir uyum…

-          Turkish House (Muscat – Umman)… Aslında burası Muscat’ın en ünlü Türk restoranı olmasına rağmen, burayı ünlü yapan Türk yemeklerinden ziyade, muhteşem deniz mahsulleri. Her gün Hint okyanusundan taze taze çıkan onlarca çeşit balık, karides, kalamar, kerevit gibi enfes deniz mahsullerini ağzınıza layık bir biçimde ızgara veya tava yapıp önünüze getiriyorlar… Size denizden ne çıkarsa yedirtebilecek bir yer burası… Sanırım tek eksiği bunca güzel deniz ürününün yanında alkollü içki içilememesi, o konuda da yapılacak bir şey yok maalesef…
-          L’Autre Café (Rue J.P. Timbaud – Paris)… Paris 11. Bölgede bulunan, yerel bir cafe – bistro… Canlı, sempatik bir mekan. Yemekler ağırlıkla bir Paris bistrosundan bekleyebileceğiniz klasik Fransız yemekleri olmasının yanında fiyatları da uygun. Mekanda ayrıca dönemsel olarak fotoğraf, resim ve heykel sergileri de yapılıyor. Paris’te turist kalabalığından uzak alternatif bir mahallede yemek isteyenlere tavsiye ederim…

25 Aralık 2010 Cumartesi

Tadım notları: Güzay - Karaoğlan 2007

Nihayet... evet... nihayet uygun fiyata satılan iyi bir şarap bulabildim piyasada... Aslında adını son zamanlarda sık sık duymuştum ancak bir türlü karşıma çıkmak bilmedi bu şarap...

Yenidoğuş Şarapçılığın Türk şarapseverlere gururla sunduğu bir şarap: Güzay Karaoğlan... Malatya'nın Arapgir yöresinin Yazılı Köyü'nde yetişen %100 Karaoğlan üzümlerinden üretilmiş çok iyi bir şarap...

Az önce Metro marketteydim, uzun zamandır buraya uğramıyordum, hata yaptığımı anladım... şarap fiyatları oldukça düşük geldi bana diğer yerlere kıyasla, karşıma da bir türlü tatma fırsatı bulamadığım Güzay Karaoğlan çıkınca hemen alıp eve gelir gelir gelmez eşimle beraber şarabı bitirdik...

Açıkçası şöyle söyleyeyim, ben şarapta fiyat - kalite dengesine takmış birisiyim... Çok sık seyahat ettiğimden olsa gerek, sürekli düşük fiyatlara kaliteli şarap içmeye alışığım ancak Türkiye'de malesef bir yandan yüksek vergiler diğer yandan bu yüksek vergilerin arkasına sığınarak vatandaşı kazıklamaya çalışanlar olunca durum biraz sinir bozucu olabiliyor... Yani bazı şarapların fiyatları hakikaten bana komik gelebiliyor... Bununla ilgili yakında bir yazı yazacağım zaten...

Gelelim esas konumuza... Az önce Metro marketten 11 TL'ye aldığım bu şarap piyasada 25 - 30 TL ve üzeri satılan birçok şarabı sollar geçer gider... kaldı ki Güzay Karaoğlan halis muhlis Türk şarabı, üzümü de Türk, üreticisi de... Herhangi bir yerde önünüze çıkarsa sakın kaçırmayın alın derim...

Efendim, burunda ahududu ve kiraz gibi meyvemsi aromaların ön planda olduğu, arkadan baharat ve çok hafif vanilya ve narenciye aromalarının hissedildiği, damakta ise canlı, asidite tanen dengesi gayet iyi, çok rahat içimli, yumuşak bir şarap Güzay Karaoğlan... Güzay Karaoğlan'ın bir de rezerv şarabı var o da 20 TL'nin biraz altında fiyata satılıyor, onu da yakında alıp deneyeceğim ve burada paylaşacağım...

Karaoğlan üzümü ile de tanışma fırsatı bulmuş olarak mutlu mesut şarabımı içiyor, bu şarabın üretilmesinde katkısı olan herkese sevgi ve saygılarımı sunuyorum...

24 Aralık 2010 Cuma

Tadım notları: Descendientes de José Palacios - Bierzo - Pétalos 2008

Geçtiğimiz ay İspanyol bir arkadaşımın hediye olarak bana gönderdiği ilginç bir şarap içmiştim.

İspanya'nın Bierzo bölgesi'nde yetişen "Mencia" üzümünden yapılan bu şarabı daha önce hiç duymamıştım açıkçası. Gerek bölge olarak gerekse üzüm çeşidi olarak bana yabancı olması şaraba olan ilgimi daha da arttırdı.

Şarabın üreticisi "Descendientes de José Palacios" ve bu şarap üreticinin alt segment şaraplarından biri olmasına rağmen Robert Parker "Wine Advocate"ten 90 puan ve International Wine Cellar'dan (IWC) 91 puan almayı başarmış.

Mora çalan bir kırmızı renge sahip şarapta burunda menekşe, kiraz, yaban mersini ve tütsü aromaları hissedilirken, damakta meyvemsilik ön plana çıkıyor ve en arkadan hafif mantara çalan topraksı aromlar da eşlik ediyor.

İlk kez tatmış olduğum bu şarabı ve "Mencia" üzümünü açıkçası çok beğendim, zira, gerek asidite gerekse tanen açısından dengeli, zarif, rahat içimli hafif-orta gövdeli bir şarap bu.

Türkiye'de bulmak zor olabilir... Yine de alternatif bir İspanyol şarabı denemek isteyenlere tavsiye ederim.

23 Aralık 2010 Perşembe

Tadım notları: Çamlıbağ Merlot - Kuntra 2008

Bozcaada'nın sevdiğim üreticilerinden Çamlıbağ'ı Eylül ayında ziyaret etmiş, adadaki mağazasında şaraplarını tatmış beğendiğim şaraplarından birkaçını alıp kavıma katmıştım... Bunlardan biri de 2008 rekoltesi Merlot - Kuntra...

Bana göre Türkiye'nin en iyi Merlot'larını üreten üreticilerin başında gelen Çamlıbağ, bu Merlot - Kuntra kupajında gayet iyi bir şarap üretmiş. Kupajda %60 Merlot ve %40 Kuntra kullanılmış...

Koyu yakut renginde, kompleks bir burun, menekşe, orman meyveleri, mürdüm eriği aromaları ile bütünleşirken, orta gövdeli asit ve tanen dengesi çok iyi oluşturulmuş başaralı bir şarap bu.

Kısacası bu şarap zarif, dengeli ve iyi bir şarap... her eve lazım bir şarap...

Çin şarap pazarından son haberler…

Şarap dünyasında küreselleşme ve şarabın uluslararası pazarlarda dolaşımı benim en çok ilgimi çeken hususlardan biri. Daha önceki yazılarımda genel anlamda şaraptaki küreselleşmeyle ilgili yazmıştım. Şimdi konuyu biraz daha özelleştirerek Çin şarap piyasasının küresel piyasada ne gibi sonuçlara yol açtığını tartışalım.
Yeni süper zenginlerin cirit attığı Çin şu an Bordeaux şarap dünyasının bir numaralı piyasası haline gelmiş durumda.
Şarap dünyasında hemen her gün Çin’de satılan en iyi Bordeaux şaraplarının satış bilgileri hakkında bir haber yayınlanıyor; zira Çin, potansiyel olarak sadece Bordeaux’yu değil dünyadaki diğer tüm şarap üretimi yapan bölge ve ülkeleri de cezbetmiş durumda.
 Örneğin decanter dergisinin bir haberine göre Arjantin’in ünlü şarap bölgesi Mendoza’nın şaraplarını tanıtıp pazarlayan kurum olan ProMendoza, Shanghai’da bir ofis açmaya karar vermiş (http://www.decanter.com/news/wine-news/510711/promendoza-opens-shanghai-office).
Bir başka haber ise Chateau Mouton Rotschild’in Çin’deki potansiyeli de hesaba katarak 2008 rekoltesi etiketinde Çinli sanatçı Xu Lei’nin resmine yer vermesi, pazarda 2008 Mouton Rotschild’lerin kasa fiyatının Ekim ayına oranla Kasım ayında %85.7 artarak 7,898 pounda çıkması.
Haberde ayrıca Mouton’un kardeş firması Lafite’in ise 2010’da 2009’a oranla şarap fiyatlarını %192.5 oranda arttırdığı vurgulanıyor.
Rakamlar inanılmaz boyutlarda, öyle ki, sıradaki haberimizde yazdığı üzere Çinliler sadece etiketteki ota böceğe bakarak bile global şarap fiyatlarında dalgalanmalar yaratabiliyor. Şişe etiketlerinde gemi ve dragon olan Chateau Beychevelle bundan en iyi istifade eden şarap üreticilerinden.
Çin’in küresel anlamda şarap fiyatlarını etkilediği bir gerçek, buna ek olarak Hong Kong son yıllarda dünyanın en hızlı gelişen şarap pazarlarından biri oldu. Nedeni ise çok basit: Şarap üstünden alınan tüm vergiler 2006’da %80 iken, 2007’de %40’a, 2008’de ise 0’a (yanlış okumadınız yazıyla “sıfır”) indirildi. Hong Kong’da 2010 Ocak ayından Eylül’e kadar 600 milyon dolarlık şarap ithalatı yapılmış.
Hong Kong şarap piyasası Londra’yı geride bırakıp New York’tan sonra dünyanın en büyük şarap müzayede pazarı haline gelmiş durumda. Hatta dünyanın en önemli müzayede şirketi Sotheby’s Hong Kong pazarında zirve yapmış durumda. Öyle ki, geçtiğimiz Ekim ayında Sotheby’s Hong Kong şarap müzayedesinde 3 adet “Chateau Lafite-Rotschild” 1869 rekoltesi şarap, rekor fiyata şişesi 230,000 Amerikan Dolarından satıldı. Şarapları satın alan ismi açıklanmayan bir Çinli elbette.
Anlayacağınız adamlar inanılmaz boyutlarda para saçıyorlar özellikle de büyük Bordeaux şaraplarına. Şarap dünyasında artık ilginç bir soru sorulmaya da başlandı bile: “Peki bu şarapları hiç içen olacak mı?”… Kimileri evet içen mutlaka olur diyor… kimileri ise artık bunun küresel boyutta bir yatırım aracı haline geldiğini ve bazı şarapların içilememe riski taşıdığına inanıyorlar ki – açıkçası ben de bu görüşe katılıyorum…
Bu arada Hong Kong’da ayrıca her yıl şarap fuarı da düzenleniyor ki bilemiyorum bizim şarap üreticilerimiz bu fuara katılıyorlar mı…

Ariston – Atina…

Ariston, Atina'nın ünlü Syntagma meydanına yakın Voulis sokağı’nda bulunan bir börekçi. Ama ne börekçi!.. Bizdeki böreklere pek benzemiyor aslında daha çok “pie” havasında, velhasıl, yine de, peynirli, ıspanaklı, enginarlı, kabaklı, tavuklu, etli, pırasalı, patlıcanlı, sosisli, mantarlı ve bunların kombinasyonlarını içeren onlarca çeşit börek var.
1910’dan beri varlığını sürdüren efsane bir yer burası. Ispanaklı böreğin hastası olduğum için burada ağırlıkla ıspanaklı ve ıspanak – peynir kombinasyonlu börekleri denedim. İnanılmaz boyutta bir lezzet… Börekler sadece 2 Euro ve gayet büyük porsiyonlarda veriliyor… Atina’ya gidenlere şiddetle tavsiye ederim…

Brettos – Atina…

Geçtiğimiz ay Kurban Bayramı’nın son 3 gününü Atina’ya ayırmıştım. Uğradığım yerlerden biri 1909’dan beri varlığını sürdüren bir bar olan “Brettos” oldu.
Atina’nın ünlü Plaka mahallesinin eğlenceli sokaklarından “Kidathineon” sokağı 41 numarada bulunan Brettos yüzyılı aşkın süreyle kendi Uzo, Brandy ve Likörlerini yapıyorlar ve bunu gerçekten iyi yapıyorlar.
Yaklaşık 40 çeşit likörleri var. Aklınıza gelebilecek her türlü meyvenin likörü ve aynı zamanda Sakızlı, Kestaneli, Kahveli likörler de alternatifler arasında.
Ayrıca 3, 5 ve 7 yıllık brandyleri direk beklettikleri fıçılardan servis ediyorlar. Uzolarını kendileri üretip yine mekândaki distilasyon fıçılardan servis ediyorlar.
Bütün bunlara yüz küsur çeşit Yunan şarabı da içki menüsüne dahil edilerek menü bir hayli zenginleştirilmiş.
Brettos’ta içmeye Yunanlıların antik çağlardan beri ürettiği “Retsina” şarabı ile başlıyorum. Barmenden bir kadeh “Retsina” istediğimde adam biraz şaşırıyor zira anlaşılan gelenler likör, uzo veya brandy içiyor genelde; velhasıl, “Retsina” içmeden Yunanistan’dan ayrılmayayım diye kendimi fazla kastığımdan olsa gerek, çam reçine aromaları ile zenginleştirilmiş asiditesi yüksek hafif gövdeli bu şarabı mideye indirip, sıradaki gelsin diyerek Likörlere dadanıyorum.
Bu arada bizim hanım pek tatlı içki içmeyi sevmemesine rağmen likör menüsünden kendine nane likörü istemiş lakin ben daha “Retsina”mı bitirmeden likörü yarı yolda bırakmıştı bile.
İlk içkilerin ardından barmenle hoş bir sohbete başlıyoruz.  Adam 10-15 sene kadar önce Türkiye – Yunanistan arasında bavul ticareti yaparak İstanbul’dan bol bol deri mont, ceket vs getiriyor ve sağlam para kazanıyormuş o yıllarda. “Sınırda sorun yaşamadın mı?” diye sordum, “Türk tarafından geçiş çok rahat oluyordu, Yunan tarafı biraz daha zorluydu ancak geçiyorduk, ta ki bir gün Yunan tarafında yakalanana kadar” dedi. “Ne yaptılar yakalandığında?” diye sordum, yüklü miktarda para cezası kesmişler, sonrasını söylemedi, belki de içeri atmışlardır diye düşündüm. “Ama çok iyi para kazanıyorduk bre” diye anılarını tazelemeye devam etti, baktık adam da efkârlanmış bizle beraber içmeye başladı :)
Muhabbeti içkiye kaydırıyoruz, “Türkler buraya gelince ne içiyorlar?” diye sordum, bizim barmen “Türkler…” dedi,  “bizim likörlerden en çok “Mastika”yı severler”. Nam-ı değer Sakız Adası’ndan gelen sakızlardan yapılan likör yani. Hemen deneyelim diyoruz. İçimi çok ağır olmayan keyifli bir likör. Sakızlı muhallebi içiyormuş gibi bir his veriyor.
“Başka ne cevherler var sizde?” diye soruyorum barmene. Bana İtalyanlardan bile daha iyi “Limoncello” yaptıkları iddiasında bulunuyor. “İtalyanlar bizim Limoncelloyu çok beğeniyorlar” diyor. Bu iddia karşısında Limoncello denemeden olmaz diyor ve “Çek bakalım bi Limoncello” diyoruz. Çok iyi bir Limoncello olmasına rağmen Limoncello’dan beklediğim ekşi ve tatlı dengesinin hafiften tatlıya doğru kaydığını hissediyoruz hanımla. Yine de başarılı olmuş, tebrik ediyor başarılarının devamını diliyoruz.
Mekan adamı içki komasına sokacak cinsten bir yer olduğundan insanın canı sürekli içmek istiyor. “Bu da kesmedi, alternatif başka ne öneriyorsun?” diye soruyorum, hemen bir  “Rakomelo” koyuyor önüme…
O ne yahu demeye kalmadan, ballı rakı olduğunu anlatıyor bana. Alkol oranına bakıyorum normal rakıdan düşük %25 civarı, hadi bakalım diyoruz içelim bir kadeh…
Aslında rakıyla balı karıştırsanız bir de şeker ekleseniz bu tada ulaşabilir misiniz? Elbette zor… Zira, bunun içinde karanfil, kakule gibi 7-8 çeşit “gizli” baharat da var.
Eski çağlardan beri Amargos adasında üretilen “Rakomelo” alternatif bir digestif olarak karşıma çıkıveriyor. Mekandan ayrılırken bir şişe almayı da ihmal etmiyoruz.
Akşama daha yemek yiyeceğimizi ve yemekte de içeceğimizi göz önünde bulundurup, hadi bize müsaade diyoruz barmene. Ayrılırken Rakomelo almayı da ihmal etmiyoruz. Bu arada mekanda satılan içkilerin hepsini ayrıca şişeyle de satın alabiliyorsunuz. Menüde hem kadeh satışı hem de şişe ile dışarı satışı ayrı ayrı fiyatlandırılmış durumda ve fiyatlar da oldukça uygun...

Tadım notları: Heartland / Director's Cut Shiraz 2006 - Avustralya

Yaklaşık 2 hafta önce olduğum ameliyat yüzünden şaraba ara vermiştim...Ve nihayet dün doktorumdan aldığım yeşil ışıkla akşam evde eşimle beraber kavımızdan bir Avustralya Shiraz'ı seçerek Iberico jambonlu tortilla ve manchego peyniri eşliğinde şarabı içmeye koyulduk.

Açtığımız şarap Avustralyalı üretici Heartland'in Director's Cut isimli şarabı. Güney Avustralya'nın Langhorne Creek ve Limestone Coast bölgelerindeki bağlardan toplanan Shiraz üzümlerinden yapılan bu 2006 rekoltesi şarap koyu kırmızı renkte. Burunda yoğun kuru erik, biber, böğürtlen aromalarının yanında is, demir tozu ve etsi aromalara da sahip ilginç kompleks bir şarap.

Damakta yoğun asidi hemen hissedilirken, tanenler dizginlenmiş durumda. Kara orman meyveleri ve yine kuru erik, biber,  topraksı - mineralli aromalar en arkadan bitime bana sanki erik reçelinin üzerine acı kırmızı biber koyup yediğinizde hissedeceğiniz bir tat bıraktı. Bitimi beklediğimden daha uzun şarap %14,5 alkol oranına sahip.

Tadım notları: Domaine de Val d'Arenc Bandol Rosé 2009

Geçtiğimiz aylarda yaptığım Fransa bağ gezisi dönüşü getirdiğim Bandol rozeyi çok sevdiğim evli bir çifte hediye etmiş, şarabı içmek için de şart olarak yanına güzel bir fırında Somon yapmalarını şart koşmuştum :))
Sağolsunlar arkadaşlarım beni kırmadılar, enfes bir fırında somon eşliğinde bu güzel roze şarabı içme fırsatı bulduk geçenlerde.

Açıkçası rozelerde son yıllarda Türk şarap üreticileri bir hayli yol katetti, nefis rozeler çıkıyor artık Türkiye'den... Fakat yine de benim için Provence ve Bandol bölgesi rozelerinin başka bir yeri var...

Bandol bölgesinin dağlık arazilerinde yer alan bir üretici olan Domaine Val d'Arenc bu roze şarabında %40 Grenache, %40 Cinsault ve %20 Mourvedre kullanmış.

Açık bir pembe renge sahip olan şarapta ön burunda hemen tereyağımsı aromalar baştan hissedilmekle beraber arkadan bol gül, çilek, pamuk şekerini andıran aromalar ile hafif narenciye hissediliyor. Damakta yine yağımsı dokulari vanilya, çilek, narenciye yanında bana ilginç gelen beyaz kiraz ve armut aromaları ekleniyor. Orta gövdeli ve orta yoğunlukta asiditeye sahip oldukça dengeli bir şarap.

Bu mevsimde roze olur mu demeyin, söz konusu bir Bandol olunca 365 gün içilir bence :)

22 Aralık 2010 Çarşamba

Tadım notları: Terra Shiraz 2006

Denizli'nin Güney ilçesinde ülkemizin en iyi Shiraz bağlarının olduğu bir gerçek. Belli ki Shiraz'ın sevdiği bir "terruar" yapısına sahip buralar...

Kayra'nın "Terruar"ı temel alan ürünü "Terra"'nın Shiraz'ı da Denizli - Güney'deki bağlardan çıkmış. Bana göre Türkiye'de fiyat kalite dengesi iyi şaraplardan biri. Piyasa'da 25 TL civarına satılan Terra Shiraz burunda siyah meyveler, mürdüm eriği, arkadan meşeden gelen hafif tütsü aromalarına sahipken, damakta beyaz biber, karanfil, böğürtlen aromalarını yansıtıyor.

Tanenler biraz sert ancak asidite ile dengeli. İçmeden 1-2 saat önce karafa aktarılarak yudumlanmalı.

Tadım notları: Terra de France Sauvignon Blanc 2006

Kayra'nın yurtdışında fason olarak ürettirerek Türk şarap tüketicisinin beğenisine sunduğu "Terra"nın yurtdışı serilerinden "Terra de France" Sauvignon Blanc 2006 rekoltesi Fransa Loire vadisinde üretilmiş. Genel olarak Loire vadisinde üretilen klasik Sauvignon Blanc aromalarını (çimen, yeşil elma, narenciye, hafif çiçeksi aromalar) burunda ve damakta verse de, bana göre bölgeye has mineraliteden yoksun olması bir eksi.

Açık parlak sarı rengi, hafiften ortaya kaçan gövdesi ile yüksek asitli bir Sauvignon Blanc bu. Deniz mahsulleri ile (özellikle kabuklu) ve salatalarla iyi gidebileceğini düşünüyorum...

La Winery – Bordeaux…

Daha önceki yazılarımda gerek “gastro-turizm”den gerekse de Bordeaux’da Medoc dönüşü uğradığım “La Winery”den bahsetmiştim…
Fransa’da “Best of Wine Tourism” ödülü alan bir yatırım olan “La Winery”, Medoc’tan Bordeaux’ya dönüşte D1 yolu üzerinde Arsac civarlarında yer alıyor. Bordeaux’ya yaklaşık 20 – 25 km mesafede.
“Philippe Raoux” adında bir bağcı ve şarap tüccarı şarap ve gastro-turizm adına 12 milyon Euro’yu 26 hektar üzerine kurulu bu alana yatırmış… Chateau d’Arsac’ın da sahibi olan “Philippe Raoux” Mart 2007’de “la Winery”nin kapılarını açmış şarap dünyasına.
Hedef kitle tabi ki en başta bölgeye gelen Amerikalılar zira yatırımın tarzı direk Amerikalılara hitap ediyor. Amerikan stili bir avant-garde bina, içinde 40binden fazla şişe barındıran 1000 metrekare alana kurulu dev şarap mağazası, konferansların, sinema ve benzeri gösterilerin düzenlendiği kapalı bir amfitiyatro, çocuk parkı, piknik alanları, sürekli aktif olan bir modern sanat sergi salonu, kaliteli bir restoran ve tadım odalarının bulunduğu bir yer burası.
Açılalı yaklaşık 3,5 yıl olmasına rağmen halen ayakta durabiliyor ve bölgeye gelen turistlerin uğrak yeri olmuş durumda. Şişe açtırmadan uygun fiyatlara kadehten şarap içmeyi sevenler için gerçekten ideal bir yer… Enfes bir Alsace Riesling’ine birkaç Euro vererek ben de kadehten içme geleneğine katkıda bulunuyorum…
Şişe fiyatları da 3-4 Euro’dan başlayıp birkaç bin Euro’ya kadar çıkıyor ki seçenekler inanılmaz boyutlarda… 1001 çeşit şarabı tek tek veya toptan alabiliyorsunuz… Aynı zamanda web sitesinden online sipariş etmek de mümkün.
Bir şarap sever olarak imrenerek gezdiğim bu yatırım karşısında ne yazık ki içinde bulunduğumuz şartları göz önünde bulundurursak böyle bir yeri Türkiye’de ancak hayal edebiliriz diye düşünüyorum…

Wine Library TV...

Amerikalılar her konuda olduğu gibi şarap konusunda da pazarlama teknik ve taktiklerini ileri seviyelere ulaştırmış durumdalar...

Yakın zamanda keşfettiğim ve ilgiyle takip ettiğim bir web sitesi var:  tv.winelibrary.com

New Jersey'de yer alan "Wine Library" adında devasa şarap mağazasının Operasyonlardan Sorumlu Müdürü "Gary Vaynerchuk" eğlenceli bir anlatım tarzıyla mağazada satışa sunulan şarapları tadarak yorumlarda bulunuyor ve puanlıyor...

Eski bölümlerinde "Jancis Robinson" gibi uzmanların da katıldığını gördüğüm tv.winelibrary.com 2006'nın başından beri bine yakın bölümüyle tüm dünyadan yüzlerce çeşit şarap hakkında (nedense Türk şarapları hariç) ilginç bilgiler veriyor...

Bordeaux 'ya veda.. Chateau Figeac – St Emilion...

Aşina olduğumuz üzere Bordeaux’da sabahtan yola çıkıyor ve kendimizi St. Emilion bağlarının arasında buluyoruz. Chateau Figeac bağları bölgenin ünlü spa-otellerinden Chateau Grand Barrail’in hemen karşısında yer alıyor. D1089 yolu üzerinden Bordeaux’dan Libourne’a giderken, Saint-Emilion yoluna sapınca 1 km sonra solda kalıyor.
Chateau Figeac’ın yol üzerinde herhangi bir tabelası yok, onun yerine, bağların etrafındaki yol geçişleri üzerine bölgedeki bağlara has taş sütunlar koymuşlar. Sütunların arasından geçerek oldukça geniş bağ yolu eşliğinde Chateau Figeac’ın misafir otoparkına aracımızı park ediyoruz.
Geçmişten günümüze kadar St. Emilion bölgesindeki en büyük bağ alanlarına sahip olan “Chateau Figeac” 19. Yüzyılda bağlarının bir bölümünü satıyor. Sattığı bağlardan ortaya çıkan üreticilerin başında ise efsane “Cheval Blanc” geliyor… İnanılmaz ama gerçek…
1947’den beri Manoncourt ailesinin sahibi olduğu “Chateau Figeac” toplamda 40 hektarlık bağ alanıyla bölgenin halen en geniş bağlarına sahip ancak ilginç bir şekilde bağlarında bölgenin önde gelen üzümü Merlot yerine Cabernet’ye ağırlık vermişler. Drenaja uygun çakıllı bağ arazisinde %35 Cabernet Sauvignon, %35 Cabernet Franc ve %30 Merlot ile bir Medoc bağını anımsatıyor aslında Figeac. Tabi ki bu bağ yapısı şaraplarına da yansımış durumda…
Üzeri tamamen açık Meşe fermantasyon tanklarının yanında paslanmaz çelik fermantasyon tankı da kullanan, “Chateau Figeac” Bordeaux bölgesinde paslanmaz çelik fermantasyon tanklarını ilk kullanan üreticilerden biri olmuş. Tamamı elle toplanan üzümleri hidrolik presten geçirerek bu tanklara aktarmalarının ardından %100 yeni meşe fıçılarda yaklaşık 20 ay beklemeye alıyorlar. “Chateau Figeac”’ta ilginç olan hususlardan biri 3 farklı meşe fıçı üreticisi kullanmaları. Bunu neden yaptıklarını sorduğumda cevap olarak 3 farklı fıçıdan aldıkları sonucun daha ilginç olduğunu söyledi rehberimiz.
Benim aklım bir yandan turumuz sonunda içeceğimiz 2000 rekoltesi Chateau Figeac’ı düşünürken, diğer yandan bir Premier Grand Cru Classé “B” statüsü şarabın, St. Emilion’da statüsünü koruyarak varlığını sürdürme ve sürekli kaliteyi artırma çabalarını gözlemliyorum.
“Chateau Figeac” diğer şarap üreticilerinde rastlamadığım bir başka özellik ise şarapların şişelenmesinin bir başka firmaya taşere edilmesi. İlginç bir şekilde ekonomik olmadığından şarap şişeleme yatırımını ortadan kaldırmış olan Figeac, bunun yerine, şişeleme için özel olarak üretilen konteynır içerisindeki makineleri şatoda uygun bir yere yerleştirerek şişeleme işlemini gerçekleştiriyorlar. Şişelemenin her şekilde “Chateau”da yapılmasından dolayı “Mise en bouteille au chateau” kavramına da ters düşmeyen bir bakış getiriyor bu uygulama.
“Chateau Figeac” sadece şişeleme sonrası için bir etiketleme ve paketleme tesisi kurmuş, onlarca şişe Figeac’ın ayrı ayrı etiketlenip paketlenmesini gözlemlemek de turumuzu ilginç kılan yönlerden biri oldu.
Sabahtan tura bağlamdan önce açılmış olan 2000 rekoltesi Chateau Figeac, son dönemlerin efsane rekoltelerinden biri olmakla birlikte, tadım için 2000 gibi iyi bir rekoltenin sunulması ayrı bir incelik oluyor bizler için.
Müthiş kompleks bir burun, derin yakut kırmızısı renkte, burunda oldukça zarif kırmızı meyve aromaları, arkadan gelen toprak, tütün ve is aromaları ile birleşiyor. Damakta ise daha çok olgun meyve ve yine topraksı, tütünsü aromalar bütünleşiyor. Tanenler yumuşak ve asidite dengeli. Belki birkaç sene daha yıllandırılabilir ancak bana göre şu an için de keyifle içime uygun bir klasik St. Emilion Grand Cru Classé.
Son randevumuz olan Chateau Figeac’tan 2000 rekoltesi şaraplarını içerek mutlu mesut ayrılır ayrılmaz arabayı hemen arka bağlara doğru sürerek efsane Chateau Cheval Blanc bağlarını görmeye gidiyoruz. Cheval Blanc’da şu an hummalı bir inşaat çalışması devam etmekte, anladığım kadarıyla ciddi bir yatırımla ek binalar yapmaya karar vermişler. Gözle görünen tüm bağ arazisinin zamanında Chateau Figeac’a ait olması ve bağların satılmasından sonra bu bağlardan Cheval Blanc çıkması ne kadar ilginç… “Terroir” böyle bir şey olsa gerek…
Yolumuzu uzatıp daha ileriye Pomerol taraflarına doğru gidiyoruz, artık radevumuz yok ama en azından gidip dışarıdan da olsa görmeyi istediğim son bir yer kaldı.
Pomerol diyince akla St. Emilion’a komşu ufak bir köy gelir elbet ve bu küçücük köyü ünlü yapan efsane “Petrus”…
Tabiri caizse alemin kralı olarak da adlandırabileceğimiz ve artık günümüz küreselleşmesi ile birlikte şişesine dokunduğunuzda elinizi yakacak cinsten fiyatlara ulaşan “Petrus” aslında diğer üreticilere oranla oldukça mütevazi bir binaya sahip. Hatta biraz daha abartıp Medoc bölgesindeki “chateau”lara oranla derme çatma kulübe bile diyebileceğimiz Petrus’un kapısında dikilip birkaç fotoğraf çektikten sonra hemen önündeki “Merlot” bağlarına yönelip, bu bağlardan çıkan şarabın bir şişesinin binlerce dolara satılması karşısında yine “terroir” abiyi saygıyla anıyorum…
Petrus bağlarını da görüp hidayete erdikten sonra şarap dünyasının küçük ama dünyaca ünlü köyüne “St. Emilion”a uğramayı ihmal etmiyoruz… İtalya’daki “San Gimignano” gibi iğne atsan yere düşmez cinsten turist kalabalığının bulunduğu St. Emilion’da hayat şarap üzerine kurulu gerçekten… Köyde onlarca şarap mağazası ve restoran bulunmakta… İyi şarap, korunmuş bir çevre, iyi bir altyapı, kaliteli yemekler… Para harcamak isteyen bir turistin her zaman arayacağı şeylerdir bunlar… Darısı başımıza…

Bordeaux’daki son günümüzü bölgenin önemli şarap merkezlerinden “St. Emilion”a ayırdık. Daha önceden randevu aldığım Chateau Figeac, St Emillion apelasyonunda Premier Grand Cru Classé “B” statüsünde önemli bir üretici.

Bordeaux (4)…Chateau Pape-Clément - Pessac-Léognan...

Pessac-Léognan’da sabahki Carbonnieux ziyaretimizden sonra, öğleden sonra rotayı Fransa’nın ünlü şarap yatırımcılarından Bernard Magrez’nin ortağı olduğu, bölgenin tarihi şaraplarından “Chateau Pape-Clément”a çeviriyoruz.
Adından da anlaşıldığı üzere zamanında resmen Papalığa bağlı olan “Chateau Pape-Clément” adını 14. Yüzyıl başlarında Papa olan “5. Clément”dan alıyor. Dönemin ve bölgenin önemli ailelerinden “De Goth” ailesinin bir mensubu olan “5. Clément”, Papa olduktan sonra ailenin buradaki bağlarını papalığa bağlayarak yüzyıllar boyunca (19. Yüzyıla kadar) papalığa hizmet veren bir şato olmasını sağlıyor.
Başka kaynaklardan öğrendiğim bilgiye göre, aynı 5. Clément, yazları Güney Rhone’da Avignon’da kaldığından, bölgede “Chateauneuf-du Pape” adında bir yerleşim bölgesi kurulmuş. Günümüzün efsane Güney Rhone şarapları “Chateauneuf-du Pape” adını buradan almış…
19. yüzyılda da kaliteli şaraplar üretmeyi başaran “Pape-Clément”, 20. Yüzyılın ikinci yarısında Fransa’nın önde gelen önologlarından “Emile Peynaud” ile çalışmasının karşılığını fazlasıyla almış. Şu an “flying winemaker” lakabıyla tanınan dünyaca ünlü “Michel Rolland”ın danışmanlığını yaptığı “Pape-Clément” kırmızı şaraplarda Graves bölgesi sınıflandırmasına giren 16 “Grand vin” den biri.
Pessac-Léognan’daki 32,5 hektarlık bağ alanında kireçli, derin çakıl ve kumlu, killi olmak üzere 3 ana “terroir” a sahip. Bağların 30 hektarlık alanına %60’ına Cabernet Sauvignon, %40’ına Merlot hakim, kalanı ise Sauvignon Blanc, Semillon ve Muscadelle’ ayrılmış. Turumuz sırasında hem Cabernet Sauvignon hem de Merlot bağlarını gezdik, üzümlerden tadımlar yaptık. Diğer Bordeaux üreticileri gibi 2 - 3 hafta daha beklemeyi uygun görüyorlardı bağbozumu için.
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi, Bordeaux bölgesindeki diğer üreticilerin de uyguladığı yaz mevsiminde “yeşil hasat”, Pape-Clément için de geçerli. Tamamı elle toplanan üzümler kaliteyi artırmak üzere bağbozumu zamanı özel olarak istihdam edilen kişilerce teker teker özenle seçiliyor.
Üzüm taneleri makine yerine, teker teker elle ayrılıyor, sıkım işlemi oldukça nazik yapılıyor ve pompa yerine gravite ile aktarma kullanılıyor. Burada ilginç olan, şimdiye kadar gezdiğimiz tüm üreticilerde paslanmaz fermantasyon tankları kullanılırken, Pape-Clément, büyük meşe fıçılar kullanıyor fermantasyon için. 29-30 derece sabit sıcaklıkta devam eden fermantasyon, maserasyon sırasında biraz düşürülüyor ve her bir fıçıdaki gelişimin durumuna bağlı olarak tüm bu işlemler ortalama 3 ila 5 hafta arasında oluşuyor.
Bu süreç sonunda kupaj için harmanlama aşamasına geçen Pape-Clément, gene gravite yoluyla 18 – 20 ay kadar malolaktik fermantasyon ve olgunlaşma süreci için bekletilecek olan meşe fıçılara aktarılıyor. Bu süreçte kullanılan fıçılar rekolteye bağlı olarak bazen %100 yeni meşe fıçı da olabiliyor. Bizim yaptığımız gezi esnasında 2009 rekoltelerini sorduğumda %100 yeni meşe fıçı yanıtı aldım.
Mahzeninde Papalığa ait kıyafetler, özel eşyalar ve Papa 5. Clément’ın mezarının bir replikasının da bulunduğu şatonun bahçesinde aynı zamanda ünlü Fransız mimar Gustave Eiffel’in yaptığı tek katlı çelik bir yapı da bulunuyor. Bu yapı şu anda önemli davetlere ev sahipliği yapıyormuş.  
Bernard Magrez’nin “Luxury Wine Tourism” çatısı altında kişi başı 19€’luk kişiye özel “the wine connoisseur’s tour” seçimini yaparak gezdiğimiz “Chateau Pape Clément”da rehberimiz bize şatoyu bir saatten fazla gezdirdikten sonra, ana giriş kapısının hemen yanındaki şatoya ait “şarap evi”ne geçiyor ve şarap evinin “sommelier”si eşliğinde 3 çeşit şarap içiyoruz.
Şarap evinde bulunduğumuz hafta boyunca Arcachon istiridyesi eşliğinde beyaz şarap tadımları yapılıyormuş. Pape-Clément’dan önce uğradığımız Arcachon’da öğle yemeğinde yediğimiz istiridyelerin tadı daha damağımızdayken karşımıza yine çıkmaları bizi pek bir mutlu ediyor doğrusu.
İlk içtiğimiz şarap Bernard Magrez’nin grubuna bağlı, Bergerac bölgesinden “Le Domaine de Songes” 2007 rekoltesi. %90 Sauvignon Blanc, %10 Semillon kullanılan bu şarap yüksek asiditesi ve yoğun limoni aromalarıyla yanında ikram edilen Arcachon istiridyeleriyle müthiş uyumluydu.
İkram edilen ikinci şarap, “Pape-Clément”ın ikinci şarabı olan “Clémentin du Chateau Pape Clément”. 2006 rekoltesi olan bu şarapta meyvemsi aromalar, biraz baharatımsı, biraz deri ve arkadan gelen meşe aromalarıyla bütünleşiyor. Asidite ve tanenler dengeli, orta gövdeli iyi bir şarap.
Son olarak içtiğimiz şarap ise 2007 “Chateau Pape Clément”. 2007 rekoltesinin zorluğuna rağmen, meyvemsi yapı korunmuş. Burunda çok hoş tütün, hatta puro aromaları, arkadan gelen baharat (yoğunlukla biber) aromalarıyla bütünleşmiş. Bitimde meyvemsi aromalar daha yoğun hissediliyor. Rekolteye göre başarılı bir şarap olmuş. %50 Cabernet Sauvignon ve %50 Merlot kullanılmış.
Şaraplarımızı içip 2 saat kadar bizleri ağırlayan Pape-Clément çalışanlarına teşekkür ettikten sonra, Bordeaux’ya dönüyoruz. Dönüş yolumuzda bölgenin efsane şarabı “Haut Brion”un önünden geçerken heyecanlanıyor ve kendimizi bir sonraki günkü gezimize yani St. Emillion – Pomerol bölgesine hazırlamaya başlıyoruz…

En büyük şarap kadehi & Müslüman şarap dünyası…

Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta düzenlenen şarap festivalinde dünyanın en büyük şarap kadehi (2,4 m yükseklik x 1,65 m genişlik) görücüye çıkmış ve Guinness Rekorlar kitabına girmiş…
Geçen gece televizyonda bir haber kanalında gördüğüm bu haberde ilgimi çeken devasa kadehten çok Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta bir şarap festivali yapılması oldu. Hatta aynı haberi internette okuduğum kadarıyla Lübnan’ın ürettiği şarapların yarısını ihraç eden bir ülke olduğunu da öğrendim ki buna pek de şaşırmadım doğrusu…
Şahsen işim gereği sık sık yaptığım Ortadoğu gezilerimde karşıma çıktıkça Lübnan’ın köklü şarap üreticilerinden “Chateau Ksara” içmeye çalışırım. Aynı zamanda “arak” yani rakı da üreten bu üretici beni nadiren hayal kırıklığına uğratmıştır… Meysemsi aromaları ön plana çıkan dengeli şarapları vardır...
Her ne kadar üretimin ağırlığı gayrimüslimlerin elinde olsa da Lübnan’da üretilen şaraplar başta Fransa olmak üzere yurtdışı pazarlarda alıcı bulabiliyor. Lübnan şarap pazarında esas payın Fransızlar olduğu bir gerçek. Gerekli her tür desteği Fransızlardan alıyorlar - tıpkı kaderleri aynı şekilde kesişen Cezayir ve Fas şarapları gibi…
Kuzey Afrika’da antik dönemde hüküm süren Kartacalılardan beri şarap yapılıyor. Potansiyeli en yüksek şaraplar Fas’ta üretilmekle birlikte, en ciddi yatırımlar da gene Fas’ta yapılıyor. Fransızlardan bağımsızlıklarını kazandıktan sonra devletçi bir yapıya bürünen Cezayir’de de 20.yüzyılın son çeyreğinde yaşanan radikal İslamcı terör olaylarına rağmen şarap yatırımları hız kesmedi. Bundan 3-4 yıl önce sık sık ziyaret ettiğim Cezayir’de özellikle “Medea”, “Mascara” ve “Tlemcen” bölgelerinde üretilen ilginç şaraplar içmiştim.
 Dikkati çeken en önemli unsur, Fransızların bölgeye ilk yerleşmelerini müteakip “apelasyon” sistemi kurmuş olmaları. Şu anda Fas’ta, Cezayir’de ve Tunus’ta “Appelation d’Origine Garantie” ve “Appelation d’Origine Controlée” statülerine bağlı olarak üretim kontrol altında tutuluyor. Ayrıca her üç ülkede de şarap üretimini kontrol etmek, üreticilerin satış ve pazarlamasına destek olmak amacıyla devlet destekli “ulusal şarap ve bağcılık teşekkülleri” kurulmuş ve yıllık planlar dahilinde hareket ediyorlar.
 Devlet bir yandan şarap ve bağcılıkla ilgili teşekkülleri şarapçılığın gelişmesi için desteklerken, bir yandan da turizmin tanıtımında da ülke şarapçılığını ön plana çıkarıyorlar. Bütün bunlar olurken, üreticiler de gerek yerel gerekse de ulusal bazda pazarlama ve satış aktivitelerini geliştirmek için kooperatifler kurmuşlar.  
Geçen sene ülkemizin önde gelen şarap üreticilerinden birinin şarap direktörüyle yaptığım bir görüşmede, kendisiyle Türk şaraplarının ihraç payının bu koşullarda artmasının zorluğu konusunda konuşmuştum. Bana söylediği bir şey ilginçti; “sonuçta, Türkiye Müslüman bir ülke ve dışarıya içki pazarlamak zor”. Açıkçası, böyle bir görüşe katılmak mümkün değil aslında. Ben Türkiye’nin potansiyeli oldukça yüksek kaliteli şaraplar üreterek “sadece” Müslüman bir ülke olmasının bile yurtdışı pazarlarda şansını artırdığına inanıyorum.
Yukarıda da bahsettiğim üzere, Akdeniz havzasında Kuzey Afrika’da Fas, Cezayir, Tunus’ta ciddi şarap yatırımları var. Örneğin Fransa’nın en ünlü şarap yatırımcılarından Bernard Magrez’nin Fas’ın “Guerrouane” bölgesinde sahibi olduğu bir şarap yatırımı var (Kahina)… Fransa’da sahibi olduğu onlarca şarap yatırımının yanında Şili, Uruguay, Arjantin, Kaliforniya ve hatta Japonya’da bile yatırımları olan Magrez, Fas’ta da bir yatırım yapmayı fazla görmemiş…
Bugün Michelin yıldızlı şeflerin çoğu Dubai, Abu Dhabi ve Bahreyn gibi yerlerde artan ihtiyacı karşılamak üzere ciddi restoran yatırımlarına girmiş durumdalar. Dubai havaalanı “Duty Free” mağazalarında Uzakdoğu ve Avrupa arasında mekik dokuyan “Super Tuscan”ları ve “Premier Grand Cru Classé”leri görebilirsiniz.
İş icabı bulunduğum ve şu an bu satırları yazdığım Arap yarımadasının en güneybatısı Umman’da ağırlık Avustralya ve Güney Afrika şaraplarında olmakla birlikte, piyasada orta kalite İspanyol, İtalyan, Şili şarapları ile yine orta-üst kalite Fransız şarapları da bulunuyor. Ben genelde, başkent Muscat havaalanından şampanya almayı tercih ediyorum, zira İstanbul’daki her iki havaalanında da ne hikmetse (!) akıl mantık almayan fiyatlarla karşılaşıyorum çoğu zaman… Şehir içi restoran fiyatları da bu arada İstanbul’a oranla çok uygun kalıyor… onu da anlamak mümkün değil… geçen gün bulunduğum şehirdeki “nadir” içkili restoranlardan birinde bir kadeh Güney Afrika şarabına – ki şarap fena değildi – 1 Oman Riali (yani yaklaşık 4 TL) ödedim. Türkiye’de bu fiyata artık bira bile içemiyorsunuz…
Konumuzun özüne dönersek, her üründe olduğu gibi şarapta da uluslararası pazarlarda tanıtımda süreklilik ve marka bilinirliği sağlamak çok önemli. Bugün Avrupa’da bile birçok insan Türkiye’de şarap üretimi yapıldığından haberdar değildir mutlaka. Hâlbuki Türkiye’ye geldiklerinde iyi bir restoranda bir Türk şarabı içtiklerinde şaşırıyor ve fikirleri değişiyor. Bir önceki yazımda bahsettiğim Chateau Carbonnieux’deki rehberimiz İstanbul’a geldiğinde oldukça kaliteli Türk şarapları içtiğinden bahsetti ki biz buna şaşırmadık elbette…
Aslında beni esas şaşırtan şey elimizdeki potansiyeli kullanamamak ve kendimizi yeterince yurtdışı pazarlarda tanıtamamak. Kaldı ki bunun için illa ki pazarlama stratejisini yurtdışı üzerinden gerçekleştirmeye gerek yok... yani demek istediğim, yurt içinde de yaptığınız aktiviteler yurtdışında yankı bulabilir – tıpkı Lübnan’da yapılan şarap festivalinde rekor kıran kadeh gibi veya geçen sene ülkemizi ziyaret eden “Masters of Wine” veya “Jancis Robinson” gibi -. Önemli olan bunlarda bir süreklilik yaratmak ve insanlarda “Türk şarabı” üzerine belli bir marka bilinirliği yaratmak.
Geçtiğimiz Eylül ayında şarap üzerine son yapmış olduğum yaklaşık 2 hafta süren Fransa turunda şarap dünyasında yer alan pazarlamadan müşteri ilişkilerine, satıştan insan kaynaklarına kadar uzanan sürecin ülkemize oranla oldukça gelişmiş boyutlarda olduğunu gözlemledim…
Bu konuda sağlam adımlar atmak lazım. Her ne kadar temelde bu tip işler ciddi oranda devlet desteği alarak yürüse de (örneğin geçenlerde Kayra Wine Center’da çıkan yazıda belirtildiği üzere Arjantin Devleti şarabı milli içki ilan etmiş), sektördeki firmaların konuya daha kalıcı ve planlı çözümler üretmesi şart…